9 Eylül 2013 Pazartesi


Orgazmın Cinayeti



Tuvalet;
kokuyor
susuyor
acıkıyor
hiç aç kalmıyor.
İğrenmiyorda.

Tavanda delik;
karanlık
nar
elma
kiraz
kırmızı,
bir koku
bir renk
bir tat
ki acı.

Kusmuk,
bir mide orgazmıdır
matematik ise bir beyin
rüzgar hissettirir kendini,
sesini
doğan bebek ağlar
çünkü,
artık oda vardır.
İçi kargalarla dolu yuva vardır

Kareli üçgenli sistemin içinde dış açıya ulaşmak…
Bir örümceğin ağlarında kıvrana kıvrana
Kanayan yaralarına ayna kırıntıları ekmek.
Yeşerdikçe acıtan gerçekleri gözyaşlarında sulamaktır.

Ütünün buharı
sabah güneşi
terlemiş kıyafetler

bir bardak kalmış geceden.
Orgazmın yeni cinayetinden son iz.

3 Eylül 2013 Salı

Cemal Süreya

Ülkü Tamer'in Cemal Süreya için yazdığı şiir:

''Tanrı bin birinci gece şairi yarattı

Bin ikinci gece Cemal'i,

Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı,

Başa döndü sonra,

Kadını yeniden yarattı.''

* Bu şiiri telefonda dinleyen Cemal Süreya '' Aynı beni anlatıyor.'' demiş ve ağlamıştır. Ertesi gün vefat etti. Bir şiirinde ''Gömmeden önce gezdirin beni.'' demiştir Cemal Süreya. Dostları, öldüğü gün tabutunu İstanbul'un sahili boyunca gezdirmiştirler.

Kayıp Ruh

Kaybolan bir insan gibiyim
Sanki herkes beni arıyor
Sokaklarda, kafelerde, üniversite koridorlarında
Sesimde bazen '' Hey buradayım görmüyor musun? '' var.
Esmer bir kedinin arabalar altından koşmasını izliyorum.

Kaybolan bir insan gibiyim
Sanki herkes beni arıyor.
Kahvehane kenarlarında su içen kayıp kedileri bir tek ben fark ederim.

Evimin kapısını açarken
Birinin hep arkamdan bana sesleneceğini duyar gibiyim
Bazen evime çıkmak öyle zor geliyor ki,
Birinin kolumdan tutup beni bulmasını bekliyorum

Kaybolan bir insan gibiyim şimdi
Sanki herkes beni arıyor.
Ama bulan yok.

2 Eylül 2013 Pazartesi

Van Gogh özlemi...

                                   

                                                           VİNCENT’İ BEKLERKEN

                Geçen gün uzun zaman sonra kahvaltı yapmak istedim. Saat ikindi vakti gibiydi bilemiyorum belki sabahın yedisiydi. Güneş gitmişti, yerine bıraktığı gri bulutlar ve soğuk hava tüm şehrin üzerine çöken demir yoğunluğunda bir çığlıktı. Sokakların boş olduğunu bildiren sessizlik, kargaların  çığlıklarıyla kıvranıyordu. Ölümün habercileri gibi şehrin üzerinde guruplar halinde dolanıp kulaklarımızı kanatan acı çığlıklar atıyorlardı. Kahvaltımı yaptım. Biraz peynir, biraz incir reçeli iki dilim ekmek ile. Daha önce ne zaman kahvaltı yaptığımı hatırlamıyordum. Pikaba bir plak koydum ve biraz daha uyumak için yatağa girdim.
                Uyanmama sebep olan kapının zilini dindirmek için yataktan kalkıp kapıya doğru ilerledim. Kimse yoktu, koridor boştu. Pencerelerim kapalıydı, zaten sokağı bile görmüyordu. Benimki-si yirmi beş metrekare bir odaydı. Penceremden karşı komşumun pencerelerine baktım. Neredeyse dört aydır buradaydım sanki dört aydır perdeler kapalı gibiydi. Onu hiç görmemiştim, belkide taşınmıştı. İlk zamanlar sesler geliyordu ama artık onlarda kesilmişti. Nasıl biriydi acaba? Şişman? Uzun boylu? Belkide karısını öldürten bir sapık? Sanırım her gün yeni biri olabilecek biri. Biraz çiçeğimi suladım ufak buz dolabımın üzerinde duruyordu günlerdir. Ne güzeldi.
                Evimin her santimetre küpünden duvardaki resme baktım. Bazen bir saati buluyordu. Renkliliğin ve renksizliğin bir arada olması bulantı yaratıyordu ama yinede acılı bir çığlık gibiydi bu tablo. Van Gogh bu resimden bir kaç hafta sonra intihar etmişti. Haksız da sayılmazdı. Ölümü ve yaşamı bırakıp gitmişti. Daha ne yapabilirdi acaba merak ediyorum. Masumiyetin beyaz tuvalinden yaşama veda etmişti.
                Bir sigara yakıp tuvalete girdim. Aynanın önünde elimi yüzümü yıkadım. 4 aydır aynaya bakmıyordum. İlk gün aynanın her köşesine beyaz kağıtlar yapıştırdım, yanına da bir kalem koydum. Ara ara, o an aklıma bir şey gelirse notlar alıyordum. Sıçarken rahatlıyor insan o yüzden rahat rahatta düşünebiliyordu sanırım. Dışarı çıktım. Kahvaltı yapmak için bir sandviç aldım. O günlerde hava hep kapalı saatin pek farkına varamıyordum. Kilisenin önünde ki merdivenlere oturdum. Eskimiş eşyalar gibiydi artık kiliseler kimseler ilgilenmiyordu pek. Dev kapıları ve duvarlarına o soğuk rengi bezi atmış suratına inat önünde sevişiyorlardı yeni yetmeler. Hava kararınca da alkolikler ve uyuşturucu bağımlılarının toplanma mekanıydı burası. Şehrin göbeğindeydi, inciniyordu gece yarıları çan sesleriyle. Artık düşünceler büyümüş maddeler küçülmüştü buda kaçınılmazdı. Şimdi sadece bir kelimeden ibaretti kiliseler.
                Kalkıp soğuk havada terleyene kadar koştum. Yüksekte tüm şehri korumuş eski bir kale vardı. Onun üstüne çıktım eski bir şövalye gibi. Citadelle' di kalenin ismi. Tüm şehir kiremit rengi. Uzanıp bir sigara yaktım. Tüm insanları böyle uzaktan; onların ölüm ve yaşam arasındaki koşuşturmalarını izlemeyi seviyordum. Soğuk gri hava ve kiremit rengi şehir.
                Eve döndüğümde yorgun hissettim kendimi. Terlemiş vücudum yapış yapıştı. Soyunup çıplak bir şekilde yatağa girdim. Sanırım bir iki saat gözlerimi kapatıp sıcak renklerin olduğu bir rüyaya dalmıştım. Ama soğuk su gibi kendini hissettiren kapının zilinden irkilip hemen uyandım. Kapıyı açtım, gelen yoktu. Hüzünle kapattım kapıyı tekrar. Gözüm tekrar duvardaki resme takıldı. Sanki hiç görmediğim bir sıcaklığı görmüş gibiydim. Yalnızlık ve hüznün sevince dönüşebileceği inancı gibi. Bir var olup bir yok olmaktansa savaşa bilmek insanla. Sonu ölüme varana kadar. Resmin karşısına geçip sandalyeye oturdum. Zil çaldı, bu kez uyumuyor ve rüyalar görmüyordum. Kapıyı araladım. Gelen oydu.

Ayın karanlık yüzü

AYRILIK - adına-

Biliyorum bana şimdi ne söyleyeceğini
Söyleme!
Karanlık gök ve yüzyıllık ağaçlar
Şahit hissettiklerimize.
Bu gece, bu gece...
Söyleme işte, bu gece kötü bir gece.

Hiç konuşmak istemiyorum
Dokunmaktan başka saçlarına
Dilim hançere saplanmış
Cevap veremem bu gece.
Biliyorum zor geliyor beyne anlamak
O yüzden bu gece söyleme

Bu gece ölüm geçti bu kentten
Hemde az önce!
Duydunuz mu?
Oturuyordu bir şair
Sönmeye yakın bir mum ile
Sessizce dokundu kelimeler ölüme
Bir A, bir damla gözyaşı, bir kapı sesi kadar
Hızlı söndü mum ışığı
Herşey bir anda karardı.



Kurumuş toprak kadar susamıştım. Bir çocuğa sarılıp ağlamak ruhumun cehennemindeki çiçeğini sulayabilirdi . Belki. Öyle ki yalnızlığıma şahit gecenin içinde, kendimi avuttuğum kumarhaneler, kadınlar, alkol ve gece sigaraları bir iğne ağırlığında göbeğime batıyordu. Ve tesellisi yoktu artık hiçbir şeyin. Şikayet dahi edemiyordum insanları. Suyun varlığını göremiyordum çünkü çok duruydu. Beyaz, kendini yolun diğer yakasına atarak bulandırmıştı. Plajın ince kumuna gömüle gömüle denize ilerledim, tüm kıyafetlerimle. Ayakkabımın içi su dolmuştu ve soğuk su çiviler çakıyordu bedenime. Tükeniyordum iyiden iyiye. Denizin içine dalıp nefesimi tuttum, 20 30 saniyeyi geçmemişti. Boğulmaktan değilde suda nefes alamayacağımı anlayınca fırlattım vücudumu havaya ve doğan güneşe donup, kocaman açtım kollarimı. Dondum, dondum kuyruğunu yakalamaya çalışan aptal kedi gibi, iki kolum iki uçta. Doğan bir bebek çığlığında ağlamaya başladım. Tutamıyordum kendimi zaten tutmakta istemiyordum. Varlığıma ağladım. Soyunmaya başladım çırılçıplak kalana kadar, o ıslak kıyafetlerim ve içi deniz suyu dolmuş ayakkabılarım ruhumun ağırlığı gibiydi. Soğuğu, suyu, rüzgarı denizin ayak parmak aralarıma giren ince ama yumuşak kumunu iyice hissettim ve demlenmeye baslayan güneşe kollarımı uzattım. Martıların sesi yankılanıyordu gök yüzünde oysa ben kuzgun gelir sanmıştım. Ölümü kucaklamaya razıydım o ise yaşamamı istiyordu acılarım için.