30 Kasım 2012 Cuma

Ölüm Algısı



Yaşamak
doğumun dayatmasıdır.
Ölüm ise kaçınılmaz son,
Dünya da bulunmak yaşamak demek değildir;
Herkes yaşayamıyor.
Paris’in son sokaklarında
Fransız bir fahişeye soyunmak…
Sanatın şairane büyüsünde ressamlar sokağına sokulmak
Ya-
Hut
Roma da operaya boğulmak
Soyunmak, yaşama ve hissedişe.

Kareli üçgenli sistemin içinde dış açıya ulaşmak…
Bir örümceğin ağlarında kıvrana kıvrana
Kanayan yaralarına ayna kırıntıları ekmektir.

Saldırının kazandığı nokta yaptığı defanstır.
Yapılan defansı kırmanın yolu saldırının duraklatılmasıdır.
Hiç bir şey olduğu gibi görünmez
Ve algı kapılarımız kirli çiçeklerle çevrili olduğu sürece.
Yaşamın sonsuzluğuna varamayız.

İnsanın kendini bulması…
Bir sihir kadar değerlidir.

Ölülerin tabutları derindir.
Ölüler, bakmazlar ise cam yerine aynaya
Önce daha büyük bir mezar,
Sonra bir sigara ve de bir zippo isterler.
Manzarası olsun isterler
Ve bir televizyon sığmadıysa bir magazin dergisi isterler.
Yeni çıkmış bir telefon
Ya-
Hut
yeni sosyal paylaşım sitelerinde bir üyelik isterler
sonra boy boy resimlerini koymak,
günlük yaptıklarını paylaşmak isterler
ne yapabilirler ki artık mezar gerçeğinin içinde
ve sonra son model bir otomobil
ya sonra, sonra, sonra…

Ayna camın ikiyüzlülüğünü ortaya koyabilmiştir.
Ayna gerçektir, her şeyi gören göz
Kendini aynada bulabilir.

24 Kasım 2012 Cumartesi




Yeşil Gözlü Kenar Mahalle Kızı

mahallenin kızgın kızı
özentili dilinin ironisi elindeki ipin.
dikiş makinesi altındaki gizli sevişmelerin
tırabzanlar da tırmanışın
ölümden ürkmeyişin mi?

varoşların fısıltılı tınısı,
sen bataklıktaki zambak
sen bembeyaz yasemin
yeşil yaşam yansımalarının yolu yordamı
ördüğün kilimlerin yola yapışıklığı mı?

parlak deriye sahip balinanın
kıvrımlı dönüşleri belinin.
tozlu yollara yol katıp düştüğün
yayığın içinde tandıra yapışan etin

ey kenar mahalle kızı
manavcı hırsızı
ucuz kullanılmış defteri 
yazılarının en yoğun kelimelerine 
sahip alfaben çukur gamzelerinde ki kir birikintisi
yaşamının hikayesi.

22 Kasım 2012 Perşembe

Kendi hikayemden bir parça


           - Ağlama  sus ve şu güzelliğe bak, görmüyor musun? Sil buğulu gözlerini, burhamlaştırma kalbini hemen. Bir bak şu manzaraya, vadiye ormana nazırında ki göle, gölün getirdiklerine.
            Lider sözümü kesmek istese de susmadım burnumun ucundaki namluya aldırmadan. Önce namluya sonra liderin gözlerine… Kimseden ses çıkmadı devam ettim, sesimi bir anda kesebileceğini bildiğim halde zamanın saliselerine verdiğim değer kelimelerde gizliydi.
            - Yavaşça yaklaşıyorsun bana biliyorum öldüreceksin beni ama ne kaybedersin on dakika geç öldürsen. O vadiye gidelim gel on dakika huzuru mutluluğu bulalım gölü dolduran akarsunun kaynağına gidelim. Ne var orada büyük dağın bir şelale mi var? Şırıltısını duyuyor musun? Gelin buluşalım şelalenin şırıltısında. Doğanın müziği kavursun içimizi rüzgâr yelesi tenimizi. Ormanın yeşiline dalıp ton ton rengin dingin bir büyünün ahenginde doğalım.
            Bir silah sesi duyuldu, ince tiz bir ses deldi kulağımı. Herkes bir anda irkildi, sustum o an ve etrafımdakilere çevirdim bakışlarımı sonra dün, bugün, yarında birinin öldüğünü görecekleri gerçeğini hatırlamışlardı yanımdakini kanlar içinde gördüklerinde. Bir ölü, bir ölü, bir ölü daha mutsuzluğun en dibe en koyu şekilde oturuşunun içinde birebir yaşayarak bir ölü daha gömecekler. Kokuşmuş cesetlerin kokusunu esen rüzgarlar alıp götürmüyor; çünkü işlemişti ölüm kokusu burunlarına ve bırakmayacaktı yakalarını, izin vermeyecekti hayal kurmalarına.
            Önce yanımdakine sonra anlattığım manzaraya çevirdiler kafalarını. Kuru çalılıklar ve tek tük ağaçlardan oluşan tepelerden başka hiçbir şey yoktu etrafta, ne bir canlı belirtisi ne bir su, nede yakıcı güneşin ışınlarından başka. İşte o an, on gün gece olsa, bulutlar açsa yolları, yıldızlar ve meteor yağmurları yağsa bir saniyede, doksan dokuz salise sürebilirdi gerçeği ortaya koymaya. Yeşeren ümit ve umut tanecikleri daha tohumken öldü o anda. Mutluluk anlık bir vakaydı, hayal kurmak ise saniyeler içinde kaybolan yapraklara dokunabilmekti.

6 Kasım 2012 Salı

Umut Kendini Öldürdü


gri bir bulantı gelecek.
kamaşa, kaos en büyük plan,
o an
hitler bile hayal edemeyecek tek bir ırk
ışıltılı karanlık denizin dibidir.
bir deniz kaplumbağası
101 yumurta bıraksa da
1 umut yeşermeyecek
köklerin sahip olduğu toprakta.
ben Eflatun’un varislerinden
Büyük İskender’ in sahip olmadığı tek duyguyum.
umut ölüyor.

zafer noktası acıdır.
gücün zirvesi yalnızlığını hapis eder kare küplere
anıların düşmanlarını sunar sana
yol tektir.
zaman ise içine hapis yattığımız pusu
bir gün, Venüs’ün ışıltısına kapılıp dalgacıklarda süzülebilirsin
tarihin fark edemediği yandaşlar
zaferinde boğulsun bırak.
bazen Tibet efsanelerine kavuşmak
beklide oturduğun koltuğa yaslanabilmektir
umut sen ölünce ölür.

26 Ekim 2012 Cuma

Ölüler üzerine...






Ölüler
Yaşamak ve ölmek… Gerçek dünyanın en büyük gerçekleri… Öleceğimiz günü bilmediğimizden midir ölümü unutmamız? Dünyaya derin bir kazık mı bağladık farkına varamadığımız ölüm kıyısına bu kadar yakınken ve daha ne bulabiliriz ölümün olduğu yerde daha ciddi?
            Bir ölü mezarda kiminle konuşmak ister? Önce anlatır annesine, babasına, benim gibi büyük bir aileden gelmişse konuşmak ister herkesle. Dostları sevgilileri bitirmek ister pişmanlıklarıyla güzel günleri anarak. Doğa gibi oda en son özüne dönecektir ve şansızsa oda tüm kuş beyinliler gibi mezarda bulur kendini. Sayısal Loto’nun varoşlarda bir eve vurması gibidir insanın kendini bulması.
            Ölüler, önce daha büyük bir mezar, sonra bir sigara ve de bir zippo isterler. Manzarası olsun isterler ve bir televizyon yahut bir magazin dergisi isterler. Yeni çıkmış bir telefon yada yeni sosyal paylaşım sitelerinde bir üyelik isterler sonra boy boy resimlerini koymak, günlük yaptıklarını paylaşmak isterler ne yapabilirler ki artık mezar gerçeğinin içinde ve sonra son model bir otomobil ve sonra, sonra, sonra…
            Ölüler, konuşamazlar birbirleriyle.
            Ölüler, susamazlar yaşamaya.
            Ölüler, öylesine alışmışlardır ki yaşamaya öldüklerinin farkına varamazlar. Her şeye rutine bağlamıştır, düşünemezler bile.
            Sanattan anlamazlar çünkü sanat yapmamışlardır. Onun içine büyüsüne ve de estetiğine dokunmadıkça anlayamazlar. Bide en çok sanatı savunanlardan çekinirim, onlar ki bilmediklerini gizlemek isterler. Mezar taşlarına adlarını yazdırırlar, kimin umurunda yılda bir iki kişi gelmiş ve yoksan hiçbir güzel anıda, kitap aralarındaki resimlerde, eğer sosyal medyanda bile hatırlanmıyorsan ne fark eder kim olduğun.
            Ölüler, acı çekmezler, vurdumduymazlar. Yürürler sanki Afrodit ya da Zeus gibi görkemli ve güçlü görünmek isterler. Tüm tanrılar gibi onlarda ölecekler tekrar tekrar.
            Ölüler mezarlarından çıkmak istemezler. Bir ağacın kökleri sarmalar tüm tabutlarını oyuncak ve böcekleri ile etlerini kemiren böceklerden bir şey hissetmezler artık yansımaları vardır onların. Bir ayna korkutur onları, ürpertir en köşeye sinip beklerler tekrar ölmek, tekrar ölmek, boğularak, yanarak, kuruyarak elli santigrat derecede ve saat on üç’ü beş geçe sularında. Alışamaz hiçbir ölü ilk başlarda. Sinsice yaklaşır önce, gözlerini gösterir, yavaşça kaldırır başını ürkütmek istemediği bir köpeğe yaklaşır gibi. Varınca yüzü aynaya, inceler önce burnunu gözünü, ağzını ve çürümüş saçlarını. Bir kibrit ışığı mezarda bütün gün ayna karşısında… Sıradanlaştıkça ayna güler arkasını dönünce ona.
            Korkar ölüler aynaya bakıp da kendini göremezse ya da bakarken kaşına gözüne, gözlerinde bir pis bakış, alçak görme ve dudaklarında bir gülümseme korkuturcasına. Garipser fokurdayan su gibi çıkar ateşi kafayı vurur tavana ve dan!
            Uyanmaya başlarsa ölüler bakabilirse aynaya yüzleşebilirse artık tüm gereksiz materyallerinden kurtulmuştur. Öz ve ruhunun sesini duyabiliyorsa artık yeni doğmuştur oda tüm bebeklerle eş değercesine.  

13 Ekim 2012 Cumartesi

ACI





bir park neşeli çocuklarla dolu
oynuyoruz, koşuşturuyoruz
neşeli sesler ve gülen yüzler
biliyorum bitecek bugünde
gidecek hepsi,
yine basit salıncak
boş kaydıraklar
ve yalnızlığım
GİDEMEZSİNİZ!
ben sizi daha yeni buldum,diyemezsiniz.
aileniz ve siz ne mutlu ve güzel
babanın omuzlarından gökyüzüne
annenin ellerinden kucağına
gidemezsiniz!
gidemezsiniz!
ben hiç bulamadım
ben hiç kuramadım bir bağ
gitmeyin!
bırakmayın beni derim
evet derim!
her çocuğun arkasından, korkarım
parkta yalnız kalmaktan
acıtır sallanmak
sevmedim de hiç, midem bulanırdı
ama unutamıyorum kulağımdaki o sesleri.
hüzün,keder ve bir karınca
bile yalnız kalmazken
ben
ben
ben
buruşur dudaklarım
çöker gözlerim 
boş bir karanlıkta düşerim her rüyamda
kaydıraktan kayarken bir anne 
kucağı yerine bir kara deliğe
salıncakta sallanırken bir girdap çeker beni içine
inkar etme arzusu büyür içimde
kabullenmem bende kafesi
acımaz canım,
kırılmaz kalbim
yanmaz ellerim
ve titremez dudaklarım konuşurken
hissetmem ışığı
bozmam istifimi suratıma gelen yumrukta
kanayınca dizim yada öperken bir kızı
hayaller kurmam artık
BEN öldürdüm tüm çocuk masallarındaki kahramanları
ben ağlıyordum hıçkırıklara
ben ağladım sessizce
ben sustum en son
ruhsuz bedenim: ruhsuz bir yaratığım artık!

17 Eylül 2012 Pazartesi

ESARETİN SONU



        Garip bir sabahtı. Mahir hâlâ uyuyordu. Ben ise yeni uyanmış, güneşin doğmasını bekliyordum. Gece boyunca esen rüzgâr ürkütmüştü beni ve eski günlerdeki gibi yalnız hissetmiştim kendimi. Bu beni rahatsız etmiyordu çünkü Mahir vardı yanımda. Ne zaman farklı yerlerde kalsak ya da farklı işler yapsak ikimiz de eski anılarımızın yalnızlığı içinde boğulmaya başlardık. Biz birbirimizin diğer parçasıydık. Mahir de uyanınca dışarıya çıktık.
            Kasaba halkı hep aynı yerinde… Bakkal Erdal sandalyesini şemsiyesinin altına koymuş sanki saatlerdir gelmeyen müşterilerini hiç beklemiyormuş gibi yakıcı güneşten korunmaya çalışıyordu sadece. Mahir de İtalyan ressamların bile kıskanacağı güzellikte olan şapkasını bana vermemekte ısrarcıydı. Boncuk boncuk terliyordum. Manav Hasan Dede ise nargilesini tüttürüyordu eski zamanlara özlemle. Küçük Can arkadaşlarıyla top peşinde koşturuyor, mahallenin yeni genç kızları ise bir edayla savuruyordu saçlarını güneşin enselerini yakmasına karşılık.
            Sıradandı tüm olaylar ve yaptıklarımız. Önce nehir kenarında çıplak kızları seyrettik bir süre. Bizi fark ettiklerini biliyordum. Buna rağmen görmezden gelip elleriyle suya vurup birbirlerine neşeli gülücükler atarak serinliyorlardı. Bu hoşumuza gidiyordu. Yavaşça çalılıkların arasında yürüyerek uzaklaştık. Biraz ormanda yürüdükten sonra Mahir ‘’ Hayvanat bahçesine gidelim mi? ‘’ dedi. ‘’ Olur. ‘’ dedim. Bu bile onun acılara boğulmuş yüz çizgilerinin gülmesine yetebiliyordu. İnsanın bir dostu ve paylaşacağı duygularının olması ne güzel bir his… Onu kaybetmekse ne büyük bir yalnızlık olurdu.
Hayvanat bahçesine yaklaşmıştık. Çocuklar yine doluşmuştu kapıya. Hayvanların ufak kafeslere tıkılması Mahir ile beni hep rahatsız etmiştir. Üç maymun vardı geçen aya kadar. Güneş, Yıldız ve Ay bu isimleri biz vermiştik onlara buraya ilk getirildiklerinde. Ay hastalanıp ölmüştü geçenlerde. Bu olay çok üzmüştü bizi. Bekçinin vurdumduymaz hali olduğuna inanmak çok zor değildi. Hayvanlara verilmesi gereken yemekleri bile unuttuğu oluyordu. Bir hayvan hastalansa veteriner çağırmaz, kulübesinde öylece bira içip uyurdu.
            Güneş ve Yıldız, Tahir ve ben gibiydi birbirlerinden başka pek kimseleri yoktu. Ziyaretçi çocuklarda hiç sevemezdi onları. Acı çekmeleri canımı yakıyordu.
            Hayvanat bahçesi kapanmak üzereydi ve güneş hiç batmak istemese de usulca kızartıyordu bulutları. Mahir’ e dönüp ‘’Bu gece Güneş’ i ve Yıldız’ ı kaçırıyoruz.’’ dedim. ‘’Gerçekten bunu yapar mıyız?’’ aptal ve şaşkın bir hal aldı yüzü. ‘’Yaparız tabi.’’ dedim inançla. Eve gitmek için yola koyulduk. Aklımda sürekli planlar kuruyor neler yapabilir neleri göze alabiliriz her şeyi hesaplamaya çalışıyordum. Ya çıkartamazsak? Ya yakalanırsak? Tanrım deli sorular beynimi yemeye başladı ve bundan kurtulmanın tek yolu bu işi bitirmek olacaktı. Gece yarısı en uygun vakitti, bekçinin yorgun vücudu bitkin düşmüş, içmekten sızmış olacaktı. Tek dileğim ruhsuz bedeninin azda olsa içip uyumuş olmasıydı. Tanrım biraz şans sadece bu gece için.
            Eve gelir gelmez yataklara attık hafif vücutlarımızı. Artık düşünecek ve planlanacak bir şey yoktu. Hayal etmeliydim her bir olayı, canlanmalı her bir adım beynimde hata yapmam Mahir’i, Güneş’i, Yıldız’ı ve diğer tüm hayvanları riske atmam demekti. Bekçi silahlı ve de acımasızdı. Koca göbeğini birayla şişirmiş, sarhoş beyni bencil, bu adam her şeyi yapabilir. Uyumalıyım. Kısa ama derin bir uykuya dalmanın vakti gelmişti. Mahir çoktan uyumuştu bile. Uykuya dalana kadar yaptığım planı kafamın içinde defalarca canlandırarak uykuya daldım.
            Hayvanat bahçesi önünde geldiğimizde bekçinin ışığı yanıyordu bu bizi bir an tereddüde soksa da vazgeçmedik. Bekçinin kulübesi beş metre kadar uzaktaydı. Kararlıydık ve bu işi yapacaktık. Kapının üzerinden sessizce atlayıp hızlıca kulübeye yaklaşıp bekçiyi kontrol ettim. Uyuyordu ama her an uyanmasından öylesine korkuyordum ki kalbim her an elime düşebilirdi. Geri dönüp Mahir’e kapıyı açtım. Yavaş ve sessiz bir şekilde ilerliyorduk ama Mahir’in gereksiz ve zamansız soruları beni terletiyordu. Susmasını söyledikten sonra onu maymunların yanına bende bekçinin kulübesine doğru ilerledim. Kapıyı yavaşça araladım ve masanın üzerinde ki kilit anahtarlarını kapıp geri çıktım bu olay çok kısa bir sürede gerçekleşti.
            Güneş’i ve Yıldız’ı tam çıkartmış gidiyorken bir kuş sesi duydum. Durdum arkamı dönüp bir baktım. Mahir’e ormana doğru ilerlemesini söyledim. Onlar ilerlerken ben diğer tüm hayvanları da kurtarabileceğimi hissettim. Tek tek tüm kapıları açtım. Tüm hayvanlar ve ben kapıdan çıkarken bekçi hayvanların çıkardığı özgürlük seslerinden olacak uyanmış penceresinden bizi izliyordu, kısık gözleriyle korkusundan çıkmıyordu. Tüm hayvanlar dört bir yana yayıldı ben ise ormana koşmaya başladım.
            Mahir’i Güneş’i ve Yıldız’ı görebiliyordum. Bir el ateş sesi duydum bekçi elinde silahla peşimden koşuyordu. Ormana daldık korkuyorduk ve nereye gittiğimizi bilmiyorduk, derine en derine ve karanlığa doğru iyice ilerledik. Bekçi rastgele ateş açmaya devam ediyordu. Acı bir sesle Yıldız’ın inlemesini duydum, bir anda önüme yığıldı sırtı kanlar içindeydi. Onu gören Güneş çığlıklar atıyor oradan oraya zıplıyordu acı çektiğini hissedebiliyordum, yıllarını bir kafeste paylaştığı arkadaşı ölüyordu. Bu hiç kolay değildi bir hayvan bile olsa. Sırtıma almaya çalıştım burada bırakamazdık, deniyordum bir iki üç olmuyor olmuyor çok ağırdı tekrar tekrar denedim. Elimizden hiç bir şey gelmiyordu ve durmamalıydık bu hepimizin sonu olabilirdi.
            Saatlerce koşmuştuk çok yorulduk dinlemek için bir ağaç altına oturduk. Karmakarışık duygular içinde boğuluyordum bir yanım özgür diğer yanım ölüydü. Bütün gün uyuduk ve tekrar yola koyulduk geri dönemezdik artık başka kasabalara şehirlere gitmeliydik. Bu geceyi de geçirmek için bir mağara bulduk. İçi karanlık ve birazda serindi gece daha da soğuyacağını düşündüğümden biraz çalı çırpı topladım. Biraz peynir ekmek ve meyve yedik Güneş’e de muz verdik bolca. Akşama doğru ufak bir ateş yaktım ateş Güneş’in ilgisini çekmişti. Hayretle bakıyordu. Hava iyiden iyiye karmış soğuk vücudumuza işlemeye başlamıştı, biraz daha çalı çırpı ile ateşi büyüttüm. Mağaranın tamamını aydınlatmak için evden çıkmadan önce hazırladığım çantadan bir mum çıkarttım. Ateşten aldığım közün yarısı hala soğuktu diğer yarısına yavaşça üfledim önce Mahir yanaştı yanıma yavaş yavaş közden ateş çıkmaya başlayınca Güneş’te geldi. Mumu yaklaştırdım ateşe ve karanlık yüzlerimiz bir anda aydınlandı. Mahir mutlulukla gülümsedi Güneş ise neredeyse kafasını ateşin içine sokacak kadar yaklaştırmıştı, gözleri merak doluydu. Karanlık mağara ışığa hasret değildi bu gece biz ise artık birer özgür canlıydık içimizde.

24 Ağustos 2012 Cuma

İKİLEM

çocuk parkındayım
ne masum ama
her birinin ağzından güvercinler uçuşacakmış gibi
şeftali kokulu kalpleri
ve içten tavırlar
hayta bir çocuktum bende bir zamanlar
resmederdim mutlu anlarımı
resim defterime
kime sundum renkleri
mavi, sarı, yeşil, beyaz ve kırmızı!
fırçamın ahengi bir müzik gibi
savrulurdu porteler üzerinde
neyi sevdiysen ve yaptıysan
neyi düşlediysen ve de tattıysan
bilirsin sende
keder mi mutluluk mu?
mutluyum yada değilim
bir önemi yok.
kaybediyorsam her seferinde
ve bitmiyorsa hedeflerim
hedefleri hedeflerim olmaya başladığı zaman
huzur çok uzak bana.
yaşamak!
bir deniz kenarında
bilinmeyenlere ülkesinde yüzerken
hissetmek suyu,
nefes almayı
gözlerim mavide
ve bin bir renkli canlıda 
yaşıyorum ben
ve mutluyum

20 Ağustos 2012 Pazartesi

TÜM SABAHLAR



sabah saat 6
gökdelenlere vurur güneş ilk ışınlarını
ve vanilya dondurma aromalı tenin
ve gözlerin gibi
kahverengi saçların
büyülü bir hipnoz gibi

sabah saat 7 olurken
uykucu halin ve tüm sessiz pazar sabahları
soğuk sandviçini hazırladım yine
uyandın
ama gözlerin bir bebek gibi
yavaşça acılıyordu güneşe karşı
yatağımızda ekmek kırıntılarını döke döke
yedik koca bir sandviçi

kimin mutluluğu kimin kalbinde
bilmem sevgilim
saçların bir iki ton daha açıldı bak
gözlerin gülüyor
öpücüklerini hissediyorum
tanrım ne muhteşem bir sabah
ve tüm sabahlar
seninle güzel.

5 Ağustos 2012 Pazar

AN BE AN

Uzandım yemyeşil çimlere
Kordon' da,
İzledim bulutları masmavi gökyüzünün
Mavi ve beyaz.
Fransız miyim ne
Öyle ise nerede kan!
Hepsi koca bir hiç, ben
Uzandım yemyeşil çimlere
Ve yaşamak dedim.
Mavi gökyüzüne bakarak
Nazım’ ı anarak.
Daldım bir sokağa
Oturdum dar sokaktaki taburelerden birine
Bir bar masasında 4 kişiyim simdi
Elimde biram kişiliğime içiyorum
Rock müziğinin ahenginde gizli sohbetimiz
O an, gülücükler deki estetik çizgiler
Aldırttı kalemi elime
Ve yine o ses
Bira  şişelerinin o mutluluk sesi

24 Temmuz 2012 Salı



KAN ve BEYAZ

Bir şeyler yapma eylemi içindeyken bir şeyler yapmadan öylece oturup içmeye başladığım zaman , derin bir durgunluk , çaresizlik ve karamsarlık çöker ruhuma. Bir bardak bir bardak bir bardak daha dibe vuruşun kadehine bir bardak daha. Yanımda çırılçıplak yatan kadının ruhunu bana emanet edişinin şerefine. Bir bardak şarap daha.Beyaz bir tenin üzerinde bir menderes gibi nereye gittiği belli olmayan , bir sarhoş gibi öylece dolanan , şarap! Göbeğinde biriken bir yudum şarap. Şimdi bana tüm bunlar lazım. Kırmızı ve beyaz.

Yazdığım bir kaç şiiri paylaşmak istedim. Şiir yazmak farklı hissiyat. Yazdığım kitabım dan da zamanla birlikte bir şeylerde paylaşacağım buradan.

Nazım'ın Mutluluğu

Güneş ellerime dokundu
Gözlerim mavi ve sarı arasında
Mutluluk!
Ne karşımda duran insan fikri
Ne arkamdaki muhabbet
Mutluluk!
Güvercinlerin saat kulesi üzerinde, gibi,
Kar taneleri ahengi, porteler üzerinde
Savrulması, 8 mi 9 mu ama
Kocaman camlar arkasındaki
Kocaman mavi gözler.
Kahkahaya eşlik eden beyaz kar dişler.
Rüzgarda, derin bir nefes alırken
Oksijenin burnunda çıkardığı sestir
Mutluluk!
Sonu gelmeyen kelimelerin toplamındaki gizem.
Nazım'ın daha orta çağında iken hayallerinde gizli
Mutluluk!

9 Temmuz 2012 Pazartesi


sen üzerindeki beyaz bulutu ben ise siyah bulutu atmadıkça bitmeyecek bu mücadele. ve sadece sevgi yıkacak duvarlarımızı.



8 Temmuz 2012 Pazar



Hayal kurmak büyük bir güç ve zayıflıktır. En büyük korkularımız, en büyük mutluluklarımız onda gizlidir, onda doğar, ufak bir tohum düştümü şüphe duymaya başladıysan kurtuluş yoktur hayal kurarak peşine düşmeye başlarsın.
Yaşlı bir amca görüyorum hayallerimde. Yıkık bir binanın önünde gözü yaşlı, yüzündeki her bir kırışık yol depremlere maruz kalıp çatlamış, ateşe maruz kalıp erimiş rengi gitmiş derin izler bırakmış hayat ve son darbeyi de almıştı doğadan elinde 3 ekmekle gözleri yaşlı gözleri yerde sağ eli yanağında. Sevdiklerini yada yalnızlığını sıcak bir barınakta yaşadıgı evi yerle bir olmuştu.İçim acımaya başlıyor daha fazla düşündükçe, ne garip, düşünceler bile yakıyor kalbimi.

30 Haziran 2012 Cumartesi


Hiç göstermek istemediler gerçekleri, sanki çocukların kendilerine benzemelerini istemedikleri için oysa çocuk büyüdü ve insan oldu. İnsan hiç değişmedi.