26 Aralık 2013 Perşembe

Fahişe ve Hayalleri

            Joona ile birlikte otel resepsiyonunda buluştuktan sonra St. Jullian’a geldik. Saat akşam sekiz olmuştu. Joona tipik bir Avrupalıydı, Finlandiya’da doğmuştu. Üstelik Antalyayı çok seviyordu. Otelin mutfağında tanışmıştık. Yemeklerimizi kendimiz yapıyorduk. Biraz sohbet ettikten sonra akşam barlar sokağına beraber gidebileceğimizi söyledi. Kabul ettim bende. Saatin erken olması insan kalabalığından anlaşabiliyordu. Henüz yüksek topuklular teşrif etmeden erkeklerde sokaklara dökülmüyordu. Barlar sokağından yavaşça aşağıya doğru inerken, barlar önünde duran garsonların ikram ettikleri içkileri hiç bir zaman tercih etmedim. Burası ne kadar farklı renklerden barlardan oluşsa da, bu sokağın tek bir sahibi vardı. Çokta umurumuzda değildi zaten. Bu gece Joona beni peşinden her yere sürükleyecekti. Bir Türk kızı ile tanıştığından bahsediyordu, kaç gündür görmediğim bir kız.

                Hugo’s’ta bir kaç biradan sonra. ‘’Gentelmen Club’’ ‘a girmek istedi. Barların merdivenleri hep yukarıya doğru, Gentelmen Club'ların ise aşağıya doğru iniyordu. Yükseklerde boğulmak yada toprağın altında. Ölüme varmadan önce uğradığımız yeryüzünde ki son cehennem. Son umut ve bir çok kayboluşların sonunda ki son kayboluş, bir kadının koynunda. Sonra tüm yükümüz ile beraber gömüle bilirdik ağaçların koynuna. İçerisi pek kalabalık değildi sanırım biraz da erkendi. Öyle yaşlı göğüs kılları beyazlamış insanlarda pek yoktu güzel kadınlardan başka. Yarı çıplak bir şekilde koğuşta volta atar edasında dolanıyorlardı kadınlar. Geceleri hapis, gündüzleri yalnızlığa teslim oluyorlardı. Ve her defasında yalnızlık sarmalamıştı gözlerini bu kadınların. Toplumda istedikleri yerleri bulamayan öyle ya da böyle bu renkli rüyalar gecelerinin sultanları erkekleri tatmin etmek için çalışıyorlardı. Çok mutlu görünüyorlardı benden başka herkese, gülümsüyorlardı ve kapıdan içeri girdimizi görür görmez gözleri üzerimizdeydi. Kırmızı mor ışıklar sanki sahne alıyormuşum gibi ağırladılar beni. Müzik, dans eden kadınlar, göz kırpanlar... Çok geçmedi geldi sokuldu ürkek ama inatçı kedi gibi, sürtünmeye başladı hemen ‘’Bir kokteyl ısmarlamak ister misin bana ?’’ Joona çoktan geçmişti bir masaya esmer bir kadınla. Esmer kadın siyah deri koltuktan bana gülümsüyordu. Ürkmüştüm ve tedirgin olmuştum çünkü ilk defa böyle bir yere gitmiştim. Ama her şeyiyle öğrenmek istedim bir anda. Görmediğim, yaşamadığım bir dünyaydı burası. Joona, el işaretiyle yanına çağırdı ısrarlı bir tavırla. Yanımdaki kadında boş durmuyor sürekli bir şeyler soruyordu. ‘’Bir kokteyl bayana, bana da bir viski lütfen.’’

Joona hemen tanıştırdı yanında ki kadınla; otuz beş yaşlarlarında görünüyordu yaşlı kurt. Tunus’dan gelmişti ve bir afrika vahşiliği ile sarıp sarmalıyordu beyaz solucanı. Solucan mutlu yaşlı kurt mutlu ve azgınlıktan duramıyordu ikisi de yerlerinde. Ben daha yanımdakini tanıştırmadan odaya doğru yürümeye başladılar. Bu gece bizim solucan bir çok renge bürünecekti besbelli. O ince derisi; kırmızı, pembe ve mor tonlarında değişip acını yarına saklayacaktı.

                ‘’Benim adım Sonia, senin ismin ne? Nereden geliyorsun?’’ dedi her an üzerime atlayacakmış gibi yanı başımda otururken. Şikayetci değildim ama nasıl davranacağımı da bilmiyordum. Tam bir çömez gibiydi hareketlerim. ‘’ Ben, bu gece tek kullanımlık ama nadir bulunan birisiyim senin için. Akdenizliyim. Sen nerelisin?’’ ‘’ İtalyanım.’’ Dedi. İlk defa bir striptizci kadınla konuşuyordum ve heyecanımdan terlemeye başlamıştım. Böyle bir fırsatı kaçıramazdım. Evet evet, elimden gelenin en iyisini yapmalıydım ve hakkında öğrenebileceğim herşeyi öğrenmeliydim çünkü bu kadını hayatım boyunca unutmayacaktım. Onu daha çok tanımak istiyordum, narin vücudunu keşfetmek yaşadıklarından daha değersizdi şüphesiz. Ve onu yazmak muhteşem olacaktı benim gibi biri için çünkü tamamiyle gerçek ve çıplak bir ruh keşfedebilirdim. ‘’Odaya geçmek ister misin? Henüz yirmi dört yaşındayım yaşlanmadan önce sana güzel hatıralar bırakabilirim, ne dersin?’’ İtalyan aksanı ile konuştuğu ingilizcesi hoşuma gitmişti. Ve tüm yüz hatlarını yüzüme kazımak istedim. Sonia gerçek adı değildi muhtemelen zaten gerçek ismini söylemesini de bekleyemezdim. Ortam karanlığa pek yakındı ama yine de onu tamamiyle görebileceğim kadar renkliydi ışıklar. Üst dişlerinin birinde parlak bir taş vardı. Kumral teni neredeyse pürüzsüzdü. Burnu sivri gözleri büyüktü, büyük bir bilye gibi. En sevdiği renk maviydi. Sanki gökyüzüne kaçmak istermiş gibi. Benimle ilgileniyordu zaten ilgilenmekte zorundaydı ve daha da yaklaştıkça ateşim yükseliyordu. Zamanı yavaşlatmak için elimden geleni yapıyordum. Bacağını bacağımın üzerine attı, elleriyle boynumu doladı. Kendimi geri çekmeliydim, bu çok hızlıydı. Zamana ihtiyacım vardı onu daha fazla keşfedebilmek için. Yavaş yavaş tırmanıyordu vücuduma. Konuşmaları hep kulağımı okşuyor gibiydi. İnsan etinin iletkenliğini bu kadında bolca hissediyordum. Hava gittikçe ısınıyordu. Konuşmak ve sorular sormak istiyordum ama beynime giden kan azalmış gibi düşünemiyordum. Bir anda ağzımda fırlayıverdi.

                ‘’Sevgilin var mı?’’ şaşırdı ve duraksadı bir an için.

                ‘’Ayrıldık.’’ Dedi merhaba der gibi.

                ‘’Neden?’’

                ‘’İşim yüzünden. Benimle odaya gelmek istemiyor musun?’’

                ‘’Oda kötü bir erkek miydi?’’

                ‘’Senin gibi.’’dedi ve az da olsa ciddi konuşmaya başlamıştı. Sorduklarımdan rahatsızda olmuştu belki, belki hoşuna da gitmişti. Bilemiyorum.

                ‘’Ellerin çok güzel. En çok ne seversin?’’

                ‘’Çocukları...’’ dedi ve en masum bakışını yakaladım. Konuştukça vücudumdan yavaşça iniyor ve ısınıyordu sohbetimiz. En masum varlıktı çocuk ve bu gece bir günahkarın dilindeydi. Ve en az çocuk sahibi orospular kadar anne olmak istiyordu bir zamanlar. Belki. Sanıyorum ki hâlâ belki. Karanlığa renk katmaya çalışan, yerin altına inşa edilmiş ve renkli merdivenlerle yerin dibine inen yolda bir mola noktası gibiydi. Bu mekan bu gece bu kadın için bitmeliydi ve ağaçların köklerine hapsolmalıydı.

                ‘’Patronum bakıyor, daha fazla duramam üzgünüm.’’dedi usulca. Tasmasından hafif şok yemiş gibi yüzü asıldı bir an için. Yanımdan kalkmadan önce teşekkür etti ve yanağımdan öptü. Tekrar oraya gitmemi istedi. Ben ise onu yaşatacağımı söyledim sadece, bir daha oraya asla gitmedim. Zaten buralarda kalıcı da değildim.


                Şimdi renkli yapraklı defterimin pembe sayfası üzerinde akan nehrimin mavi tonu ne Sonia’nın yaşamı kadar pembe ne de hayalleri kadar mavi.

Kumarhane Saatleri

                  

                  Yine deniz kenarından kumarhaneye doğru yürüyordu. Kapıdan tüm girenler gibi biraz ümit bir parça da yalnızlık vardı Bay Yabancı’da. Yavaşça ilerliyordu, büyük bir soğuk kanlılığa sahip gibi, görenler büyük bir kumarbaza benziyor diye düşünüyorlardı. Aynı zamanda çok ta şıktı. Her zaman temizdi de Bay Yabancı. Salonun önünde durdu, gelişi güzel insanlara bir baktı iki adımlık merdivenlerden inmeden önce. Her şey o kadar ışıltılı ve gösterişliydi ki her zaman ki çekiciliği üzerindeydi kumarhanenin. Ve Bay Yabancı hemen oynamak istiyordu. Aslında kendini hiç iyi hissetmiyordu son zamanlarda çünkü tatminsiz bir varlığı vardı ve umutsuzluğunun umudunu rulete bağlamıştı. Bu ailesine olan en büyük saygısızlığıydı. Onlar, harika insanlardı dürüst ve iyi kalplilerdi. Bay Yabancı da kötü biri değildi. Sadece kaybolmuştu ve kendini bulmakta zorlanıyordu. Normal olan insanlar mıydı? Yoksa Bay Yabacı mıydı? Kendisi de karar verememişti henüz.

                Kırmızı 12, 14, 18, 26, 0 ile beraber 3  ve 16 ile beraber 17 oynamak için seçtiği hep ilk rakamlardı. Oyundan çok insanları da izliyordu ve onlara değer veriyordu Bay Yabancı. İnsanların şanslarını çalmak istermiş gibi onların oynadığı numaralara oda oynuyordu. O bir şans hırsızıydı. Üstelik masaya yeni gelen insanların şansına güveniyordu. 16 ile beraber  17, ellili yaşlarında Kıbrıslı bir adamın sürekli oynadığı  rakamdı. 0 ile beraber 3, ise çekilmez olan varlığı ile insanlara sürekli çatan ve sürekli konuşan sarışın otuzlu yaşlarında bir kadına aitti. 12, kırklı yaşlarında bir adamın kendi yaptığı trafik kazasının sonucunda on iki yaşında ki kızının ölümüne sebep olan bir adama aitti. 26, Güney Amerikalı seksi bir kadına aitti, kadın yirmi altı yaşındaydı. 18, bir Japon'un o anda bulunduğu on sekizinci yabancı ülkede olmasından dolayı tercihiydi Her rakamın bir hikayesi vardı onda çünkü oyundan çok oyuncuları oynuyordu. 14, kendi doğum günüydü Bay Yabancının.  Rakamların değeri oyuncuların hislerinin kuvvetleriyle beraberdi. Öylece sadece rakam değildi hiçbiri, anlamları vardı her birinin.

                İkinci on ikilik kısma yirmi avro yatırdı masaya gelir gelmez. Çok fazla otuzlu rakam geldiği ve bunlardan sonra küçük bir rakam geleceğini düşünüyordu oysa her ufak numaranın yanında bir büyük rakam vardı. Top her zaman ki havasında boynu hafif büyük dönüyordu. Adımları düzenliydi, hatasızdı ve beyaz bir tavşan kaşar kıvraktı. Yavaşladı ve ancak o hızıyla bir iki tur daha dönebildi. Kırmızı 1’e geldi. Kaybederek başlamıştı. Oynamaya devam etti. Evi kadar sevebilirdi kumarhaneyi, ama sevilmiyordu. Hiç mutlu etmiyordu kumarhane ve içi kaybedişlerle dolmuş, dolmuş, yerle bir olmuştu gözler. Doğan her bebek bu kumarhaneye gelmiş. Koşmuş sonra, sonunda kaybedene bir gram kanı kalmayana kadar emmiş kumarhane canavarı. Bay Yabancı bu konuda oldukça cömert davranmıştı hep ve gecenin sonunda kalan beş avrosunu da oynayacaktı. Bir kaç el insanları izlemeye devam etti. Onların ellerini, gözlerini, oturuşlarını takip ediyordu. Saf bir alışkanlıkla şanslı birini bulmaya çalışıyordu tüm dikkati ile... Etraf soluktu. Lal rengine bürünmüştü şansı ve onu bir daha göremeyeceğini düşüyordu.

                Bir ses döndü ve arkasını döndü. Şaşkına dönmüştü ve karşında ki insana saygısızlık etmemek için gülümsemeye çalıştı ama durumu kavrayamıyordu. Serin bir rüzgar kulağının arkasından esip geçmişti sanki. Tekerlekli sandalyesini genç kızının kullandığı yaşı seksene dayanmış yaşlı bir kadın yanaştı yanına ve kırışık bembeyaz elleriyle cüzdanından bir yüzlük çıkartıp renk ve beşlik istedi acele eder bir tavırda. İngilizcesi çok iyiydi. Bir süre kadından gözünü alamadı Bay Yabancı. Sönük gözleri o kadar güzeldi ki gençliğini hayal etmek zor değildi. Koyu maviydi gözleri. Gençliğini hayal etmekten kendini alıkoyamadı Bay Yabancı. Masmavi okyanus bulutları gözleri, sarı saçları ve bembeyaz teniyle olabildiğine duru bir resim çizmişti kafasında.

                ‘’34 numara!’’ dedi kurpiyer, yaşlı bayan kazanmıştı ve Bay Yabancıyı uykudan uyandırmıştı Yaşlı Bayan’ın sevinci. Kahkahası masadaki herkesi kendine düşman edebilirdi. O kadar kuvvetliydi ki kahkahası tekrar ayağa kalkıp yürüyebileceğini düşünmüştü kurpiyer. O bile şaşkındı ve sadece üç yüz elli avro kazanmıştı. Titreyen elleriyle elindeki çipleri zar zor tutuyordu, kızının toplamasına yardımcı olmasına da izin vermiyordu. Ayakları da tutmadığından yalnız kaldığı ve neredeyse tüm zamanını tek başına geçirdiği odasına daha geç gidebilecekti. Onu asıl mutlu eden şey buydu. Eskiden uzun boylu güçlü bir kocası vardı, onunla büyük bir aşk yaşamış ve evlenmişti. Bir kızı ve bir oğlu olmuştu öylesine mutluydu ki Yaşlı Bayan bir gün o günlerin biteceğini düşünmek çok zoruna gidiyordu o zamanlar. Kocası öldükten sonra sanki kadının mutluluğu da ölmüştü. Şimdi kızının yanında ölümü bekliyordu insanlara göre oysa o mutluluğuna tekrar kavuşacağı kocasının yanına gitmek için ölümü beklemek istemiyordu. Ölmek için şeytana yalvarıyordu geceleri. Bu zaman diliminin daha hızlı akması için kumar oynuyordu. En çok rulet oynamayı seviyordu. O dönen topa merakla bakıyordu, bu hali masadaki herkesi heyecanlandırıyordu. Bir zamanlar var olan benliğine tekrar kavuşmanın en hızlı yoluydu rulet,  dönen beyaz top kadar hızlı. Döndükçe dibe doğru ilerleyen, döndükçe kalbinin en karanlık yerlerindeki o unuttuğu mutlulukları hatırlıyor gibiydi. Bir peri gibiydi beyaz top, ona anılarını yansıtıyordu çember içerisinde. O en mesut zamanlarının gençlik yıllarını...

                Bay Yabancı da Yaşlı Bayan gibi kumarhaneyi; iğrendikleri insanlarla dolu sokaklara, evlere, barlara, parklara, tercih ediyordu. İşte en büyük ortak noktaları buydu. İkisi de tekrar var olabilmeyi umut ediyorlardı ve o günün gelmesi için zamanı ellerinden geldiğince iteliyorlardı. İki yol arasında sıkışan ağaçlar gibi tekrar orman olmayı bekliyorlardı.

                Bahisler koyulmaya başlamıştı. Bay Yabancı artık son beş çipi ile son şansını kullanmak istiyor gibi ayağı kalktı. 0 ile 3, 17, 9, 14 ve son olarak 34 sayılarına oynadı. Yaşlı kadını sevmiş olmalıydı ve onun şansına oynadı çünkü Yaşlı Bayan’ın da kendisi gibi kazanmak için büyük bir sebebi olduğunu düşünüyordu. Ve var ise son bir şans hırsızlığa dair o da o gece o saatte o anda ortaya çıkmalıydı. Aksi durum gecenin sonuna tekrar dan bir batıştı. Top fırlatıldı. Yaşlı Bayan dan başka tüm moruklar ve godomanlar ayağı kalkmıştı. Etraf oldukça kalabalıktı. Tüm numaralarda bahisler vardı, birileri mutlaka kazanacaktı. Beyaz prenses tüm numaralara göz kırparak yavaşlamaya başladı. O kadar güzel ve parlaktı ki kimse gözünü ondan alamıyordu. Bir çocuğun dizlerinde seker gibi sekmeye başlamıştı. Ve ‘’ 34 numara! ’’ dedi krupiye tekrar. Bay Yabancı ve Yaşlı Bayan dan başka kimse para yatırmamıştı 34 numaraya. Tekrar aynı numaranın gelmesini kimse tahmin etmemişti. Bay Yabancı göz ucuyla Yaşlı Bayan’a baktı ve o an göz göze geldiler. Kısa bir süreliğine de olsa var olduklarını tekrar hissetmişlerdi. Ayaküstü biraz muhabbette ettiler. Bir iki saat daha beraber oynadılar ve neredeyse parasını onun seçtiği numaralara yatırıyordu Bay Yabancı.

O gün Hristiyanların dini bayramıydı. Yüce İsa'nın doğduğu gündü. Tanrı, eğer onca umutsuz insanın doldurduğu kumarhanelere İsa’yı gönderseydi ne yapardı acaba ‘’Yüce’’ İsa? Döndürebilir miydi onca insanı tekrar yaşama? İnsanın en zayıf olduğu yerlerden biri olan kumarhanelerde sadece sayılar Tanrı gibiydi. Her kırılan umutların da biraz daha inançsızlaşıyorlardı. Buna rağmen inanmak için bir şeyler arıyorlardı. Yalnız kalmamak için. Gözleri dolmuştu Bay Yabancı’nın ve cam üzerinde yarıştırdığı yağmur damlaları kadar hızlı akmaya başladı göz yaşları çünkü yufka yüreğinin böylesini hak etmediğini düşünüyordu. Tüm o yaşadıklarının, o derin, kimselerle paylaşmadığı acı duygularının neden peşini bırakmadığını anlayamıyordu. Ailesini hatırladı bir de kimselerle konuşmaya cesareti olmadığı dedesini. Artık dayanamayacağını hissediyordu. Duyabileceği tek güç rüyalarında sevdiklerini görebilmesiydi. Evden çok uzaktaydı. Ve kış çoktan çökmüştü üzerine. Alkol alıp sarhoş oluyordu geceleri ve o küçük odasında sevdiği herkesin hayalini sığdırabiliyordu. Tekrar var olmadığını hissetmek istiyordu çünkü hiç canlı hissetmiyordu kendini. Omuzlarına binen yükten kaçamıyordu ama unutuyordu bazen. Her şey hâlâ bazen.

Öyle bir zaman dilimiydi ki; saflık ve iyilik tehlike olarak algılanıyordu her yerde. O dünyada tüm iyi kalplere şüphe aşılanmaktaydı ve korku cinayetin tek sebebiydi. Şüphe temiz kalplerde ancak kalıcı kalabilir çünkü en çok o kalpler kırılmıştır.

Yan cebinden sardığı sigaralardan bir tane çıkardı ve serin hava için dışarıya çıktı. Sessiz bir geceydi, çakmak taşının sesini birde dalga kıranlara çarpan denizin sesini duymak mümkündü. Ne içerideki bağrışmalar vardı ne de duygular sanki dünyanın dışına çıkmış gibi hissetti Bay Yabancı. Sigarasının dumanını izledi gökyüzüne doğru uzanan gri, biçimsiz... Neden geri gelmiyordu, derinleşerek uzaklaşan zamanda dökülen su, atılan tokat, kırılan vazo geri gelmiyordu ama zamanın geri doğru akması mümkün olabilir miydi? Kaybettiklerimizi geri kazanamaz mıydık? Aklından geçenler üzüntüye sürüklemişti iyice. İçeriye geri döndüğünde Yaşlı Bayan gitmek için hazırlanıyordu. Selamlaştılar ve Blackjack’e geçti. Rulette kazandığı yüz elli avro vardı cebinde kaybının yarısı bile değildi. Bir saat içerisinde yüz otuz avro kaybetti. Artık çıkması gerektiğini düşüyordu. Saatte yeteri kadar ilerlemişti ama yirmi avro ile de çıkmak istemiyordu. Ama peş parasız olarak da çıkabilirdi. Devam etmeye karar verdi. İyiliğini bir tek şeytan istiyormuş gibi. Gecenin ilerleyen sonuna iyice dalıyordu, yere paralel uçurum kenarında ilerlemek istiyordu. Bunun miktarla hiç bir alakası yoktu sadece güdüsel olarak hareket ediyordu. Yolun sonuna varıp orada oturmak istiyordu. Kaybetmek artık hiç umurunda değildi Bay Yabancının.


Krupiye'de kupa 7 vardı Bay Yabancı’da ise sinek 8 ve karo 3’lüsü vardı. Beş avro yatırmıştı ve iki katı dedikten sonra beş avro daha koydu. Ne kaybedeceğini umursamıyordu, her zaman nasıl oynuyorsa öyle oynuyordu. Sinek 7 geldi Bay Yabancı’ya ve 18 oldu. Bu fena değildi, şansı vardı ama şansı varsa. Kapalı bir kartın ne olacağını hiç bir zaman bilemeyiz, basit ve unutulmaması gereken bir kuraldı bu. Krupiyer kendine karo 6 ve maça 8 açtı, 21 olmuştu ve kazanmıştı. Bay Yabancı son on’luğunu da kaybedip çıktı. Aç ve alkolsüz günler onu bekliyordu. Kumarbazın hazin sonu hep boşluk. Hava daha çok soğumuş ve daha çok temizdi. Deniz kenarından otele doğru ilerliyordu. Ay ışığı gece vakti bile denizin dibini gösterebiliyordu. Denizde yüzmek gökyüzünde yüzmek gibiydi Bay Yabancı için çünkü o hep sırt üstü yüzerdi. Yüzerken bulutları seyretmek gibi farklı bir zevki vardı. Denize girmek istedi hemen o vakitte. Belki bir iki dereceydi deniz ve hasta olabilirdi. Ama yeteri kader kaybetmişti bu gece en azından sağlığına sahip çıkmaya karar verdi. Ama denize girip derinlere doğru yüzmek ve sonunda da soğuktan gücünü yitirip hemen orada denizin karanlık dibine doğru batıp, boğazına dolan tuzlu suyun damarlarını patlatmasını arzulaması gibi o da ölüme kucaklayabilirdi. Tıpkı yalnız gecelerinde hayal ettiği kadını gibi. Yürümeye devam etti. Anahtarını alıp odasına çıktı. Su kaynatıp çorbasını hazırladı. Son makarnasını da pişirmek istiyordu ama bunu yapmadı. Kalkıp bir müzik açtı radyodan. Şimdi çorbadan sonra derin bir uyku istiyordu. Ama ağır taşların denizleri taşırmasını istemiyordu rüyalarında. Yalnızca uyumak, uyumak...

23 Aralık 2013 Pazartesi

Sartre'ın onun için "Tek yapacağı şey, kendi ölümünden sonra yaşamaktır." dediği Baudelaire’e bir gün bir eleştirmen:
“Ne yazık ki yazmayı seçtiğiniz konular o kadar…”
Ozan, soğukça sorar: “O kadar ne?”
Adam şaşırır: “O kadar tüyler ürpertici ve sevimsiz ki! Neden böyle?”
Baudelaire soğukkanlılıkla: “Bayım, ahmakları şaşırtmak için!” der.
Başka bir soruya ise şu yanıtı verir: “Herkeste tiksinti ve korku uyandırdığım zaman, yalnızlığı fethetmiş olacağım! Her şey yalnızlık için!”
1881’de annesine yazdığı mektubu onun yalnızlığını açıkça ortaya koyar:
“Yalnızım, dostlarım yok, sevgilim yok, köpeksiz ve kedisiz kaldım. Derdimi kime anlatayım: Yalnız babamın resmi var, o da her zaman sessiz.”

Ey hüznüm; yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam;
Siyah örtülere sardı şehri karanlık;
Kimine huzur iner gökten, kimine gam.

Charles Baudelaire


22 Aralık 2013 Pazar

Baca Temizleyicisi


Annem öldüğü zaman çok küçüktüm,
Ve babam sattı beni henüz dilim bile
Dönmezken "temizle! temizle! temizle!" demeye
Artık bacalarınızı temizliyorum&uyuyorum is içinde.

Küçük Tom Dacre var ya, ağladı, kıvırcık saçlarını
Kuzu sırtı gibi kırktıklarında, dedim ki ona
"Sus, Tom! hiç takma kafana, başın çıplak ya
Biliyorsun kurum kirletemez artık olmayan saçlarını."  

Ve o ağlamayı kesti, ve o gecenin derinliğinde
Tom uyuduğunda, neler gördü düşünde!
Binlerce baca temizleyicisi,Dick,Joe,Ned &Jack,
Onların hepsi kara tabutlara kilitlenmişti

Ve bir Melek geldi ışık saçarak anahtarıyla,
Ve açtı tabutları&azat etti onları;    
Sonra çayırda zıpladılar güldüler koştular
Ve ırmakta yıkandılar, ve Güneşte parladılar.

Sonra çıplak ve pak, bütün yüklerini artlarında bıraktılar,
Bulutlara ağdılar ve rüzgârla dans ettiler;
Ve o Melek Tom'a dedi ki, iyi bir çocuk olursan
Tanrı baban olsun, neşe de hiç gerekmez artık. 

Ve Tom uyandığında; ve biz karanlıkta kalktık,
Ve çantalarımızı fırçalarımızı alıp çalışmaya koyulduk,
Sabahın ayazı boyunca, Tom mutluydu&şevkliydi,
Herkes işini yaparsa gerek kalmaz ki kötülükten korkmaya.

                                                           Masumiyet Şarkıları

William Blake

Bir hikayenin başlangıcı


                Her zamankinden farksız bir pazar günüydü. Tıraş oldum, duş aldım ve üzerinde kar kristalleri olan bordo gömleğimi de giydikten sonra dışarıya çıktım. Şehir hafta içine göre daha kalabalıktı. Place de Revolution’a varıp bir kafeye oturdum. Bir kahve söyledim, kahvem geldi ve günün ilk sigarasını yaktım. Hiç bir şey yapmıyordum insanları izlemekten başka. Avrupa’nın en güzel yanı  bu diye düşündüm ve soluk şehri renklendiren insanları seyrettim. Sonra sevgilim geldi yanağıma bir öpücük kondurup oturdu. O da bir kahve söyledikten sonra, o da bir sigara yaktı. Bu şehirden bıkmışlığını insanlara bakışından hissedebiliyordum. Son beş yıldır bu şehirdeydi. Ben ise şehrin tadını çıkarmanın tadını yaşıyordum hâlâ. İlk senem dolmamıştı bile.


                O baktıkça tiksiniyor, tiksindikçe daha çok terk etmek istiyordu bu şehri. Ne deniz vardı, ne güneş. Solmuş bir kaç yüzyıllık evlerde doğmuş büyümüş ölmüş insanları düşünüyor. Ve ölülerin ruhlarının anılarını gördükçe üzülmesine dayanamıyordu. Onların bu üzüntüsünü nasıl hissedebiliyordu anlayamıyordum. Artık şehre küsmüş gibiydi. Kış baharı karşılamaya başladığı günlerde de bu şehri terk edeceğinden emindim. Annesi ve babası evde çıkan bir yanğın sonucu ölmüşlerdi, aylardan aralıktı. O yüzden kışı kış vakti terk edemiyordu. Noel, yılbaşı hiç bir şey umurunda değildi. Beni bile görmezden geliyordu kimi zaman. Ben ise aramızda ki psikolojik dengeyi korumaya çalışıyordum çünkü hâlâ o somurtkan mutsuz tavırlarına rağmen aşığım ona. O ne romantik sohbetler kurmaktan hoşlanır, ne aşkımız üzerine konuşmayı kabul eder. ‘’Gerçek olanı bildikten sonra abartmaya ne gerek var.’’ Der hep. Onunla iken kendimi daha olgun ve güçlü hissediyordum. Nereye giderse ben orada onu bekliyor olacaktım.


                Tanrım bu şehir gerçekten güzel bir şehir. Büyük bir şehir olmasa da yeteri kadar canlı. Üstelik somurtan bir sevgilinin sivri zekasıyla oldukça eğlenceli. Keşke daha fazla kalmak istese. 

18 Aralık 2013 Çarşamba

sevgilinin hayalleri

İlk gördüğümde yolun diğer yakasından ilerliyordu. Küt siyah saçları hafif dalgalıydı. Sadece ileriye bakarak yürüyordu. Hiçbir şeyin farkında değil gibi derin ve düşünceliydi bakışları. Durup arkasından bakmadım. Ben eve gidiyordum o da büyük ihtimalle fakülteye...

İkinci gördüğümde fakülteye gidiyordum o ise arkadaşlarıyla fakülteden çıkmış; belki bir kafeye belki bir restorana ya da sinemaya gidiyordu. Onu fark ettiğimde vücudumun kontrolünü kaybetmiş gibi ellerim saçlarıma gitti, yüz ifadem kendine göre şekillendi gözlerim ise kendini onun gözlerinden ayırmadı. Yanımdan geçip gittiler arkamı dönmedim. Bir kaç adım daha attıktan sonra dönüp izlemek istedim. Arkadaşlarından biri de dönmüş ve benim onlara baktığımı fark etmişti.

Üçüncü görüşümde kendimi kaybetmiş gibiydim. Fakültenin yakınlarında bir barda toplanmıştık arkadaşlarla. Bir İspanyol kızla konuşuyordum. Kafamı kaldırdığımda gördüm onu, yüzünde hâlâ o derin ciddi ifade vardı. Bir kaç defa göz göze geldik. Sigara sardığını gördüm ve arkadaşımdan izin alıp sigara içmek için dışarıya çıktım. Ondan önce çıkmak istedim. Barın önünde değilde karşısında ki tiyatro binasının önüne ilerledim ve sigaramı yaktım. Benimle oda konuşmak istiyor muydu görmek istiyordum. Kapıdan çıktı, yanıma değilde bir kaç adım ilerime geçip sigarasını yaktı. Hiç çevirmedi kafasını bana doğru ben ise onu izliyordum. Sanki tam karşımda sigarası içerken benim için oraya geldiğini düşünmememi söylemesinden çekinip bir şey yapmadım. Sadece izledim, ben onu o da yıldızları. Bordo bir pantolon giymişti, koyu yeşil montu ve kalın bir atkısı vardı bordo renginde. O akşam emin oldum işte.


İki hafta oldu neredeyse, hâlâ görmedim. Nerede bulabileceğimi bilmiyorum. Bir ay ömrüm kalmış gibi aceleyle her yerde gözlerim onu arıyor. Ama bulamıyorum. Yüzünü unutmamak için her gün hatırlamaya çalışıyorum. Öyle çok güzel ya da seksi biri değil. Sesini de hiç duymadım. Ama hiç şüphem yok bu şehre sanki onun için gelmişim.

15 Aralık 2013 Pazar

Tarkovski




Sinek Ruhlu Adam


                Yağmur yağıyordu. Şemsiyem yoktu ve iyiden iyiye ıslanıyordum. Aldığım güller de zarar görmeye başlamıştı. Yürümeye devam ettim. Binaların dibinden yürüyerek güllerin daha az zarar görmesini sağlamaya çalışıyordum. Onları almamış olsaydım yağmur da seve seve yürürdüm. Ama güllerin bir sahibi vardı. Mutsuz bir sahibi. Kim bilir şimdi ne yapıyordu. Yanımdan ağlayarak ayrılmıştı. Onu terk ettiğimi kabul etmesi zor olmalıydı. Ona nasıl böyle davrana bildim? Tüm suçlusu ben olduğum ben olduğum bir gece geçiriyordu. Ama her şeyi unutturakcaktım ona. Ne kadar pişman olduğumu, onu ne kadar çok sevdiğimi ve beni sırf güzel hatıralarımız için affetmesini isteyecektim.
-          Onu ilk gördüğümde oturduğum yere nasıl çakılmıştım. Gözlerimi ondan alamamıştım. Yanındaki adam ne kadar rahatsız olsa da, o şaşkınlığıma gülümsüyordu. Bir süre sonra yanında ki adam ile tartışmaya başlamış ve kalkıp masama gelmişti. Paris’te bir ingiliz barındaydık. İki bira söylemiştim hemen o ise yaptığı şey için biraz utanmış biraz da heyecanlanmıştı. Kıvırcık, özensiz uzun saçları ve açık kahverengi gözleri ışıldıyordu. Zor başlasa da uzun süre sohbet ettik.
Kolay olmasa da insanın kalbini akışına bırakması rahatlatıcıydı. Algılarımızın değişmesi güzeldir. Okuyabileceğimiz bir kitap ararken onca zamandır, zaten baş ucumuzda olduğunu fark etmemiz gibi.
Yağmur hâlâ devam ediyordu. Yaşadıklarımızı düşünmek bana güç veriyordu. Adımlarımı hızlandırmaya başladım. Gerçekten mutlu olmuştum bunu yapacağım için. Neredeyse beni affedeceğinden emin gibiydim. Ya da emin olmak istiyordum. Beni affedecek kadar büyüktü sevgisi. İnsanın bilmediği bir yere gitmesinin en güzel yanı rahatlatıcı bir boşluk hissi olması, her an yeni bir şeyler keşfedeceği duygusunu yaşar. Bunu biliyordum ama bildiği bir yere gitmesi, zaten keşfettiğini ve onu yaşamak için gittiğini bilmesi dolu bir güç verir. Bildiğim bir kadının kalbine gidiyordum daha ötesinde ne olabilirdi?
Sevdiğim ve terk ettiğim hiç bir kadına tekrar dönmemiştim. Bunu o da biliyordu. Bana ait tüm manyaklıklarımı biliyordu. Ve bu gece beni beklemiyordu şüphesiz. Ona döndüğümü görünce diğer tüm kadınlardan farklı olduğunu o da görecekti.
Peki ya affetmezse beni bir daha görmek istemezse... Tüm düşüncelerim bir yanılgıdan ibaretse... O zaman aptallığımı nasıl affedebilirim? Eğer beni affederse, ben de kendimi affederim ama eğer affetmezse... Eğer sırrımı saklaya bilirsem içimde o zaman daha özgür hissedebilirim ama eğer sır saklamak zorunda kalırsam... Eğer suçluluk duymamı engelleye bilirsem, istediğimi yapabilirim. Ama eğer suçluluk duymamı engelleyemezsem nasıl geçiririm gecelerimi.
-          İlk akşamımız dan sonra ki her akşam görüşmeye devam ettik. Geleceğe dair planlar yaptık; Amsterdam, Floransa, Roma, Venedik, Prag, İstanbul, Barselona... Avrupa ve dünya turu, sanki mutluluğumuzu herkes görsün istiyorduk. Avrupa’da bir kaç yere gittikten sonra seyahatimizi bir süre erteledik. Önümüzde yıllar vardı ve hâlâ hayattaydık diye düşünüyorduk. İlkbaharın en güzel günlerini beraber geçirmiştik. Sonra bir yaz günü gece denize girip dans etmeye başlayınca ona aşık olduğumu hissetmiştim. Hayaller kurmak, onların içinde buluşmak ve buluştuğumuz her şehir, her ülke, her deniz bizim birer parçamıza dönüşüyordu. Ve kendimizden parçalar bırakmıştık hayallerimizden oluşan. O bir İran prensesi, ben bir kovboyu oynuyordum. Birbirine bu kadar uzak olan hayalleri kavuşturmak gibi imkansızı zorluyorduk. Bazen kendimi kaybettiğimi hissediyordum. Ama onu görünce unutuyordum her şeyi.
Oturduğu sokağa girmiştim artık. Yolun sonunda ki evde oturuyordu. Yürümeye devam ettim. Güller yanından geçtiğim evlere çarpmaktan zarar görmeye başlamıştı. Gülün dikeni parmağıma batmış ve bir damla kan akmıştı. Yağmur suyu alıp götürmüştü kanı. Neredeyse varmıştım.
-          Her şey rüya da yaşanmış gibi devam ediyordu ve benim kafamın karışmasına neden, ondan uzaklaşmama sebep olan sadece bir hayaldi. Anlamlı ya da anlamsız ama beni uykudan uyandıran soğuk bir suyu gibiydi. Onunla sevişirken eski sevgilimi hatırlamıştım. Bu benim affedilmez ihanetimdi. O bilmiyordu. Nasıl söyleyebilirdim ki?  Ama ben biliyordum ve bu her şey için yeterliydi. Ve öylece görmezden gelip devam edemezdim. Tekrar karanlıkta uçmaya devam etsem bile. Ben de bir gariplik olduğunu hemen anlamış ama ne olduğunu bilmiyordu bu yüzden benimle daha çok ilğileniyor, daha fazla konuşuyor, daha çok beni arzuladığı söylüyordu. Ben ise düşünebilmek için yalnız kalmak istiyordum ve kaçıyordum. Yorucuydu ve yıpranıyorduk. Ama yüzleşiyorduk sanki ya da kötü yönlerimizi yaşıyorduk. Sonbahar böyle geçiyordu.
Önce serinlik, sonra soğukluk ve uzaklaşmaya başlayan ellerin tek sebebi bendim. Güneşi bulabilmek için bütün gece geziyordum, bir sinek gibi. Gördüğüm her ışığı güneş zannedip yanıyordum. Ve bir kadın daha ölüyordu gecemde. Ve bir sinek daha ölüyordu ruhumda ki. Kadınlar yapışıyordu vücuduma, gitmiyorlardı. Kırıyordum her birinin kalbini güneşin doğuşuna uçabilmek için. Gecem bitmiyordu. Bazen gözümü kapatıp sevmeye çalışıyordum ama korkuyordum gözümü açmaya. Bazen bir anda yatağımda fark ediyordum bir kadını; sırtı dönük,çıplak ve yüzünü döndürmeye korkuyordum. Bazen kendimi kaybettiğimi hissediyordum ve ayılmak için rüyalar görüyordum. Güneş rüyaların ışığıydı belki. Bitmeyen vızıltım ile öldürdüğüm kadınlardan emdiğim kanı kusuyordum uzaklaşırken. Her şeye rağmen her ışığa konuyordum. Korkum vardı. Korkum yok ediyordu beni ama yeniden başlıyordum hep. Görünmeyince kayboluyordum daha da derinde. Uzun bir batıştı.

                Kış böyle çökmüştü hayatıma. Tamamen ıslanmış bir şekilde, evin önünde öylece duruyordum. Kollarım gücünü yitirmiş, yüzüm iyice soğumuştu. Elimde tuttuğum güller artık bir sevgiliye ait değildi. Bu güller öldürdüğüm bir sevgilinin hatıralarına aitti. Ona şimdi çok yakındı vücudum. O ise bana şehirler boyu... Gülleri ellimden bıraktım ve yağmurun altında yürümeye devam ettim. Daha soğuktu yağmur ama daha hafif.

VİNCENT’İ BEKLERKEN



                Geçen gün uzun zaman sonra kahvaltı yapmak istedim. Saat ikindi vakti gibiydi bilemiyorum belki sabahın yedisidir. Güneş gitmişti, yerine bıraktığı gri bulutlar ve soğuk hava tüm şehrin üzerine çöken demir yoğunluğunda bir çığlıktı. Sokakların boş olduğunu bildiren sessizlik, kargaların  çığlıklarıyla kıvranıyordu. Ölümün habercileri gibi şehrin üzerinde guruplar halinde dolanıp kulaklarımızı kanatan acı çığlıklar atıyorlardı. Kahvaltımı yaptım. Biraz peynir, biraz incir reçeli iki dilim ekmek ile. Daha önce ne zaman kahvaltı yaptığımı hatırlamıyorum. Pikaba bir koydum ve biraz daha uyumak için yatağa girdim.
                Uyanmama sebep olan kapının zilini dindirmek için yataktan kalkıp kapıya doğru ilerledim. Kimse yoktu, koridor boştu. Pencerelerim kapalıydı, zaten sokağı bile görmüyordu. Benimki ise yirmi beş metrekare bir odaydı. Penceremden karşı komşumun pencerelerine baktım. Nerdeyse dört aydır buradaydım sanki dört aydır kapalı gibiydi. Onu hiç görmemiştim, belkide taşınmıştı. İlk zamanlar sesler geliyordu ama artık onlarda kesildi. Nasıl biriydi acaba? Şişman? Uzun boylu? Belkide karısını öldürten bir sapık? Sanırım her gün yeni biri olabilecek biri. Biraz çiçeğimi suladım ufak buz dolabımın üzerinde duruyor günlerdir. Ne güzel.
                Evimin her santimetre küpünden duvardaki resme baktım. Bazen bir saati buluyordu. Renkliliğin ve renksizliğin bir arada olması bulantı yaratıyordu ama yinede acılı bir çığlık gibi bu tablo. Van Gogh bu resimden bir kaç hafta sonra intihar etmişti. Haksız da sayılmazdı. Ölümü ve yaşamı bırakıp gitmişti. Daha ne yapabilirdi acaba merak ediyorum. Masumiyetin beyaz tuvalinden yaşama veda etmişti.
                Bir sigara yakıp tuvalete girdim. Aynanın önünde elimi yüzümü yıkadım. 4 aydır aynaya bakmıyordum. İlk gün aynanın her köşesine beyaz kağıtlar yapıştırdım, yanına da bir kalem koydum. Ara ara o an aklıma bir şey gelirse notlar alıyorum. Sıçarken rahatlıyor insan o yüzden rahat rahatta düşünebiliyordu sanırım. Dışarı çıktım. Kahvaltı yapmak için bir sandviç aldım. Bu günlerde hava hep kapalı saatin pek farkına varamıyorum. Kilisenin önünde ki merdivenlere oturdum. Eskimiş eşyalar gibiydi artık kiliseler kimseler ilgilenmiyordu pek. Dev kapıları ve duvarlarına o soğuk rengi bezi atmış suratına inat önünde sevişiyorlardı yeni yetmeler. Hava kararınca da alkolikler ve uyuşturucu bağımlılarının toplanma mekanıydı burası. Şehrin göbeğindeydi, inciliyordu gece yarıları çan sesleriyle. Artık düşünceler büyümüş maddeler küçülmüştü buda kaçınılmazdı. Şimdi sadece bir kelimeden ibaretti kiliseler.
                Kalkıp soğuk havada terleyene kadar koştum. Yüksekte tüm şehri korumuş eski bir kale vardır. Onun üstüne çıktım eski bir şövalye gibi. Citadelle burası. Tüm şehir kiremit rengi. Uzanıp bir sigara yaktım. Tüm insanları böyle uzaktan, onların ölüm ve yaşam arasındaki koşuşturmalarını izlemeyi seviyordum. Soğuk gri hava ve kiremit rengi şehir.
                Eve döndüğümde yorgun hissettim kendimi. Terlemiş vücudum yapış yapıştı. Soyunup çıplak bir şekilde yatağa girdim. Sanırım bir iki saat gözlerimi kapatıp sıcak renklerin olduğu bir rüyaya dalmıştım. Ama soğuk su gibi kendini hissettiren kapının zilinden irkip hemen uyandım. Kapıyı açtım, gelen yoktu. Hüzünle kapattım kapattım kapıyı tekrar. Gözüm tekrar duvardaki resme takıldı. Sanki hiç görmediğim bir sıcaklığı görmüş gibiydim. Yalnızlık ve hüznün sevince dönüşebileceği inancı gibi. Bir var olup bir yok olmaktansa savaşa bilmek insanla. Sonu ölüme varana kadar. Mesele ölüm olunca da hep bir şeyler yarım kalıyor. ’’Bitirdim ve gidiyorum’’ demek ne arzulanır bir söz olurdu intihar esnasında.

bir parça daha

Bir kadın en çok ne ister? Bunu bilemeyecek kadar yabancıyım? Ama öyle sanıyorum ki bunu hiç bir zaman öğrenemeyeceğim. Sorun sayıda değildi, kadındaydı. Anlaşılmaz çözümsüzlük ve ulaşılamamazlık ile dolu. Ama bir insan ne ister onu biliyordum: Mutluluk ve güvenmek tüm insanların ortak noktasıdır. Ama aynı zamanda en çok korktukları şeydir. Ve şüphe duymaya başladıysa eğer sonu ya sonsuz bir güven yada derin bir acıdan ibaret oluyordu ve hala bir çoğu sırf bu yüzden geceleri uyumakta zorlanıyordu. Bir kadına ulaşmak çok zordur. Muma elini uzattığında hissedersin ateşi. Aşkı ise bir kadının gözlerine bakarken. Sevişmek sözler vermektir sevdiğine, konuşmak çoğu zaman yalan söylemektir. Susmak anlamak, izlemek ise bir kadını doyasıya, sevgi ve arzuyla, sabır ve merakla saatlerce süren o havalanan bir kelebeği takip eder gibi tutkuyla bağlanmaktır.

                ‘’Gözlerimi inceliyorsun hâlâ demi?’’ diye sorunca aklıma ancak toparlayabildim.
                ‘’Evet, kahvenin tüm tonları var gibi. Çözülmeyi bekleyen bir bilmece gibi.’’
                ‘’Abartıyorsun.’’
                ‘’Abartılacak kadar absürt değilsin sadece sahte olabilecek kadar gerçeksin ve ben gözlerimi kaçırmak istemiyorum senden.’’
Ona henüz aşık değildim zaten aşık olmakta istemiyordum sadece bu yolda ilerlemek beni mutlu ediyordu uzun zaman sonra. Çünkü aşık olursam eğer tüm o başlangıçta ki hislerin kaybolmasından endişe ediyordum. Ama elimizden kayıp giderken hissederiz aşkı en çok. Parmaklarımızdan damlayan son su gibi.
                Karşıya geçmek için vapura bindik ve yolculuk boyunca denizi ve serin rüzgarı bolca hissettik. Neredeyse hiç konuşmadık. İzmir'i delmiş o büyük körfez kalbimdeki yarığı andırıyordu ama buna rağmen denizi seviyordum. Deniz insanlarını bilirsiniz yada hiç  bir zaman bilemezsiniz. Onlar deniz olmadan yaşayamayacaklarını bilirler. Çoğu zaman düşlerle yaşarlar; kimi gitarını tıngırdatır denizin yanı başında, kimi sadece balık tutmak için açılır ama aslında sadece denizin kalbine yolculuk yapmak istemiştir, kimi ise dalga kıranlara çıkıp saatlerce denizi ve martıları izler. Tüm o dingin, yaşamlarına öylesine tutulmuşlardır ki kimseler koparamaz onları denizden. Onlar denizin tüm fırtınalarını yaşamış, geceyi bekleyen dev dalgalarda alabora olmuştur gözleri. Erken gelen rüzgarı en iyi onlar tanır. Bilirler ki, o geceler çığlık ve gözyaşı geceleridir. Tüm korkularına rağmen sabahın ilk ışıklarıyla denizin kalbine sonsuz güvenle açılırlar. Kimi zaman belki de çoğu zaman deniz; nişanlılarını, özlem dolu gözleri, babalarına kavuşmayı bekleyen çocukları sunar, hava alanları gibi. Fırtınalar öldürmezler ise...
                Bir anda eski sevgilisini onu nasıl terkettiğini anlatmaya başladı. Ve gözleri doldu, kirpikleri daha fazla taşıyamadı gözyaşlarını. Bir damla burnunun yanından süzüldü dudaklarının üzerine. Rüzgarın bile gücü yetmedi gözyaşlarını silmeye. Ben ise bir kadının ağlamasına dayanamazken, ona sımsıkı sarılmamak ve göz yaşlarını öpmemek için zor tuttum kendimi ve ‘’geçti’’ diyebildim ancak. Bende çok iyi biliyorum ki, hiç bir şey  geçmiyordu. Zaman bile yeterli değildi bizler için. Acıları, anıları unutturmaya sadece kendimizi kandıra bildiğimiz kadar ‘’unuttum’’ diyebiliriz. Yüzünü denizden alıp tekrar bana çeviremedi bir süre. Korkuyordu belli ki, titriyordu elleri sanki neden böyle bir hata yaptığını der gibi ama anlatmak istemişti işte korkularını ve benimde neye bulaşacağımı görmemi istemişti sadece. Sanırım... Ne var ki artık bana güvenmesini isteyemezdim. Bunu yapamazdım onun tekrar ağlaması benim sonum olabilirdi. Kendime bu konuda sonsuz güvenim yoktu üstelik bu şehri terk etme fikri beynimde bu denli yer edinmişken. Ona sadece, onunlayken ne kadar mutlu olduğumu söylemek istiyordum. Onu mutlu etmek beni rüyalarımdan ve yalnızlığımdan da kurtaracaktı belki. Ama onu sevdiğimi, onun o güzel gözlerine bakarken söylemek sadece hayali bir düş içine girmek olurdu. Çünkü bu şehirden gitmek istiyordum. Yollara düşmek, sadece ve yalnızca içimdeki boşluğu doldurabildiğim de ona tekrar dönebilirdim. Bu yol ne kadar uzun olacaktı, neler yaşayıp neler görecektim ve sonunda neler hissedecektim bilmiyordum. Ama tüm bu bilmediklerime derin bir açlık duyuyordum. Ve bugün fırtına dolu yakınlaşma, onca bekleyişten sonra, onca korkudan sonra, Yasemin için yanmaya başlarken, onu düşünmeden hâlâ beceremediğim gece siğaraları beni sarıp sarmalayacak, boğazımda kalın bir halka oluşturacaktı.

14 Aralık 2013 Cumartesi

o da yalnız oda

Gittiğin her yerde arayacaktır gözlerin gerçeğini,
Geldiğin her yerde kaybettiğin gerçekleri.
Hissettiklerinin mürekkebinde nefes almak isterken,
Yutacaksın siyaha kaçan mürekkebi.
Ve her bir damlası midende bataklık oluşturacak.
Gerçek bir bataklığa dönüşecek vücudun
Bunu hissedeceksin…
Üzerinde siyah sineklerin uçuştuğu,
Grinin koyu tonu gözlerinde ki sisin ağırlığı,
Yazdığın her cümle,
Yüreğinden cımbızla çekilmiş gerçeklerin.
Baktığın her kadın,
Rüyalarına gönderdiğin hayallerin.
İçtiğin her kadeh alkol
Yalnızlığını daha çok hissettirdi.
Dinlediğin her müzik daha çok ağlatmak istedi.
Artık bitti mi, bitmeli mi
Ölmeli mi
Belki
yalnız oda karakteri!