Burada Çin Prensesi kaçırıyorum, sonra bulutları ısırıyoruz... Isıtılmayı bekleyen arzular ve sönmeyen aşklardan çok uzakta... merhametten nefret edercesine... ayaklanma çıkartıyorum ruhumdan beynime akan, mızraklar saplayarak ve bir çemberin merkez noktasına sıkıştırıp dış açıyı kovalamasını izliyorum... uyandırmayın...
9 Şubat 2014 Pazar
yüzümde ki tabut
Yalnızlığından yorulmuş bir
kadındı sadece. Her gece arkadaşlarıyla buluşuyor. Her gece en çok o
konuşuyordu. Her gece en çok o yalnızdı. Her gece en çok o susuyordu. Monoton yaşamında oldukça canlıydı en az kafesteki kuş kadar. Yüzme dersleri alıyor, üniversite de tüm derslere giriyor, kalan zamanında çocuk bakıcılığı ve
Fransızca dersleri veriyordu. Her gece mutlaka çıkıyordu aksatmadan haftanın her
soğuk gecesinde sıcak evini ardında bırakıyordu. Sadece yalnızlığını değil,
kapısının önüne beşik kurmuş mutsuzluğunu, tatminsiz ruhunun boşluğunu,
öldürdüğü sinekleri, kirlettiği beyaz duvarlarını, hep yalnız kalmış çift
kişilik yatağını, mutlu sonla biten romanlarını, umudunu kestiği solmuş
çiçeğini, sert albümlerin olduğu cd koleksiyonunu ve dolabından eksik etmediği
biralarını. Yanında kendini de beraberinde tükettiği sigarasından başka
kendisinin bile bazen tanıyamadığı bir başka kendisini alıp çıkıyordu öylece.
Alkol kadar soğuk, alkol kadar sıcak, duman kadar var ile yok arasında. Masum
biri miydi? Geçmişe mi yoksa geleceğe mi takıldığını kendisi de bilmiyordu. O
kadar çok bilmiyordu ki, kendinden şüpheleniyordu. Aynaya bakarken bir anda
kaybolduğunu hissediyordu. O narin vücudu sert bakışlarının karşısında
büzüşüyordu. Bir kaplumbağanın başına dönüşüyordu; ince, uzun, derin çizgilere
gömülmüş derisinin içine aynanın penceresinden düşmüş gibi kendi labirentinde
yolunu bulmaya çalışıyordu. Nereden nasıl geldiğini tam kestiremiyordu ama
nasıl hangi yöne gideceğini de bilmiyordu, öylece ilerliyordu işte, evinin kapısına
astığı Siktir Git yazısı kadar amansızca ama düşüncelerde boğularak çıkıyormuş
gibi evinden ve öylece ilerliyordu yüzünün labirentinde. Seçtiği hiç bir yol
istedi yol olmuyor, seçmediği tüm yollardan pişmanlık duymuyordu. Şehirleri
devirmiş gibi, ülkeler boyu yorulmuş gibi en son bir bar masasında uykulu bir
şekilde uyanıyor, tanımadığı bir adam tarafından tuvalete götürülüyor ve
tecavüze uğruyordu. Mutsuz olmuyordu, mutlu da! Ama gözlerinden anlaşılıyordu
soğukluk, vücudunu zaten unutmuş bir kadın en iyi intikamı almasını da en iyi
şekilde biliyordu. Cebinden bir iğne çıkartıp adamın göğüs kafesine batırıp
unutulması güç bir anı bırakıyordu tuvaletten çıkmadan önce adamın gözlerine
baktığında. Üzerinde ki kanlar bir yaz gününü hatırlatıyordu ona henüz dokuz
yaşındaydı. Gelinciklerin bolca olduğu yemyeşil bir ova da koşuyordu. Tek
hatırladığı buydu. Bazen kendi yüzüne gömüldüğü yüzünde dev çamur gibi kedi
leşi gibi kokan kütlelere rastlıyordu bazense üzerine doğru gelen dev bir damla,
tadı tuzlu olanından. Hızlı adımlarla koşmaya başlıyordu, ağlamıyordu
biriktiriyordu. Ama hep geç kaldığı hayatta hâla koşuyordu geç kalmışlara
yetişemiyordu. Geçen ömründe hatırladığı sadece hüzünlü bir müzikti. Solmuştu
yüzü hiç gülmüyordu. Tanrım! Gülmeyen bir kadın daha dünyaya gelmişti. Yüzünde
keşfettiği uzun ormanda bir tabut yaptı içine geçmişini koydu. Ve ömrü boyunca
çekmeye karar vermiş gibi inançla sürükledi peşinden. Ne kendini kandıracak
gücü, ne bürünecek yüzleri kalmıştı, hepsi tabutun içinde, hepsi peşinden
yüzünün en derin yerlerine gizlenmiş sinekler gibi yapışmıştı kanını emmeye. Ne
yağmur duruyordu saçlarında ne de rüzgar, ölümü arzulayan ruhundan başka.
Savrulan saçları kirli bir yükten başka bir şey değildi. Batmış bir gemiye
sığınmak ya da Alaska’da bir karavan da ölmek ile peşinde taşıdığı tabut ile
uçurumdan atlamak arasında bir fark yoktu. Çünkü kendi yüzünde kendi
yüzlerinden başka kimse kalmamıştı. Bir tabutun ve bir kadının kendi yüzünden
başka sığınabileceği başka bir yer yoktu. Ne bir erkek kalmıştı ne de başka bir
kadın. O tanrıların hafızasını silmeyi unuttuğu bir kadındı. O en ölü canlıydı
ölümünün peşinden koşan ve kendini kandırmış ve artık yeteri kadar yaşlanmış
bir kadındı. Ölmeliydi.
Yatağımda uzanmış,
ışıkları kapatmış, sessizliği kulaklarıma hapsetmişken. Hayal dünyamda
kaybolmaya başladım ve bir anda seni hatırladım yine. Seni hayal ettim. Öylece
kontrolsüz, spontane bir şekilde. Ve yazmak istedim. Neden? Bilmiyorum.
Yazarken de neden yazdığımı bilmeyecek kadar salt duygularım. Duygularım.
Onlar. Duygularımın sana bağlı kalmasını isterdim. Uzaklık kendini de böylece
hissettirmiş oldu. Kaybediyorum seni, içimde biriktirdiğim senleri. Başka
kadınların saçlarını izliyorum, önümde öylece yürüyen. Başka kadınların
gözlerini sevmeye başlıyorum benden bihaber yaşayan. Senin gözlerinden uzak.
Bir kış günü giydiğim kazak ısıtmıyor ruhumu. Çıplak vücutların içinde çırpınan
ruhlar çırılçıplak kafeslerinde. Azıcık göremiyorum. Kendi evimde kendimle
yüzleşemeyecek kadar yalnızım. Her şey yeniden başlamak içindi. Ama ben yeniden
kayboluyorum. Zayıfladım, sigarayı artık daha samimi buluyorum. Mutluluğun
kaybolmasını kabul ediyorum. Uğrunda bilmediğim hazların peşinde sürüklenirken.
Gece, seni mutlu edecek kadar serindir. Beni ise kendi yolculuğuma sürüklüyor.
Sonuna, gecenin sonuna. Artık ulaşmaya daha da yakın hissettiğim sonsuzluğa.
Çünkü berraklaşacak yakında her şeyim. Tüm bunları yaşarken. Seninle geçirdiğim
zamanları hatırlıyorum. Yasemin çiçeklerinin kokusunu, denizin varlığını
hissetmek bile hatıralarıma yolculuk yapmamı sağlıyor. Mavi. Mavi. Vitrinde ki
vazoda duran çiçekler. Yaz havasında giyindiğin mavi elbiseli halini hayal
ediyorum. Yeni yaşanmışlık kuruyorum. Henüz o kadar hasta değilim merak etme.
Sadece, duygularımın senden uzaklaştığını hissediyorum. Kendime acıyorum. Ama
şu an beraber yürüyor olsak bir yerlerde. Sesin hatırlatacaktır gerçekleri.
Çünkü özelsin benim için. Ve paylaştıklarımız çok değerli, kaybetmek
istemeyeceğim kadar çok. Neredeyse üç aydan fazla oldu. Belkide yakında orada
olacağım için heyecanımdan yazıyorum. Bilmiyorum inan. Senden hiçbir şey
beklemeden yaşıyorum bunları. Sadece seninle bunları konuşmak bile iyi geliyor
bana. Yetiyor da. Ama özlüyorum, çok da özledim. En çok geleceğimi özledim.
Senin de bir yerlerde hâlâ var olduğun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)