Yalnızlığından yorulmuş bir
kadındı sadece. Her gece arkadaşlarıyla buluşuyor. Her gece en çok o
konuşuyordu. Her gece en çok o yalnızdı. Her gece en çok o susuyordu. Monoton yaşamında oldukça canlıydı en az kafesteki kuş kadar. Yüzme dersleri alıyor, üniversite de tüm derslere giriyor, kalan zamanında çocuk bakıcılığı ve
Fransızca dersleri veriyordu. Her gece mutlaka çıkıyordu aksatmadan haftanın her
soğuk gecesinde sıcak evini ardında bırakıyordu. Sadece yalnızlığını değil,
kapısının önüne beşik kurmuş mutsuzluğunu, tatminsiz ruhunun boşluğunu,
öldürdüğü sinekleri, kirlettiği beyaz duvarlarını, hep yalnız kalmış çift
kişilik yatağını, mutlu sonla biten romanlarını, umudunu kestiği solmuş
çiçeğini, sert albümlerin olduğu cd koleksiyonunu ve dolabından eksik etmediği
biralarını. Yanında kendini de beraberinde tükettiği sigarasından başka
kendisinin bile bazen tanıyamadığı bir başka kendisini alıp çıkıyordu öylece.
Alkol kadar soğuk, alkol kadar sıcak, duman kadar var ile yok arasında. Masum
biri miydi? Geçmişe mi yoksa geleceğe mi takıldığını kendisi de bilmiyordu. O
kadar çok bilmiyordu ki, kendinden şüpheleniyordu. Aynaya bakarken bir anda
kaybolduğunu hissediyordu. O narin vücudu sert bakışlarının karşısında
büzüşüyordu. Bir kaplumbağanın başına dönüşüyordu; ince, uzun, derin çizgilere
gömülmüş derisinin içine aynanın penceresinden düşmüş gibi kendi labirentinde
yolunu bulmaya çalışıyordu. Nereden nasıl geldiğini tam kestiremiyordu ama
nasıl hangi yöne gideceğini de bilmiyordu, öylece ilerliyordu işte, evinin kapısına
astığı Siktir Git yazısı kadar amansızca ama düşüncelerde boğularak çıkıyormuş
gibi evinden ve öylece ilerliyordu yüzünün labirentinde. Seçtiği hiç bir yol
istedi yol olmuyor, seçmediği tüm yollardan pişmanlık duymuyordu. Şehirleri
devirmiş gibi, ülkeler boyu yorulmuş gibi en son bir bar masasında uykulu bir
şekilde uyanıyor, tanımadığı bir adam tarafından tuvalete götürülüyor ve
tecavüze uğruyordu. Mutsuz olmuyordu, mutlu da! Ama gözlerinden anlaşılıyordu
soğukluk, vücudunu zaten unutmuş bir kadın en iyi intikamı almasını da en iyi
şekilde biliyordu. Cebinden bir iğne çıkartıp adamın göğüs kafesine batırıp
unutulması güç bir anı bırakıyordu tuvaletten çıkmadan önce adamın gözlerine
baktığında. Üzerinde ki kanlar bir yaz gününü hatırlatıyordu ona henüz dokuz
yaşındaydı. Gelinciklerin bolca olduğu yemyeşil bir ova da koşuyordu. Tek
hatırladığı buydu. Bazen kendi yüzüne gömüldüğü yüzünde dev çamur gibi kedi
leşi gibi kokan kütlelere rastlıyordu bazense üzerine doğru gelen dev bir damla,
tadı tuzlu olanından. Hızlı adımlarla koşmaya başlıyordu, ağlamıyordu
biriktiriyordu. Ama hep geç kaldığı hayatta hâla koşuyordu geç kalmışlara
yetişemiyordu. Geçen ömründe hatırladığı sadece hüzünlü bir müzikti. Solmuştu
yüzü hiç gülmüyordu. Tanrım! Gülmeyen bir kadın daha dünyaya gelmişti. Yüzünde
keşfettiği uzun ormanda bir tabut yaptı içine geçmişini koydu. Ve ömrü boyunca
çekmeye karar vermiş gibi inançla sürükledi peşinden. Ne kendini kandıracak
gücü, ne bürünecek yüzleri kalmıştı, hepsi tabutun içinde, hepsi peşinden
yüzünün en derin yerlerine gizlenmiş sinekler gibi yapışmıştı kanını emmeye. Ne
yağmur duruyordu saçlarında ne de rüzgar, ölümü arzulayan ruhundan başka.
Savrulan saçları kirli bir yükten başka bir şey değildi. Batmış bir gemiye
sığınmak ya da Alaska’da bir karavan da ölmek ile peşinde taşıdığı tabut ile
uçurumdan atlamak arasında bir fark yoktu. Çünkü kendi yüzünde kendi
yüzlerinden başka kimse kalmamıştı. Bir tabutun ve bir kadının kendi yüzünden
başka sığınabileceği başka bir yer yoktu. Ne bir erkek kalmıştı ne de başka bir
kadın. O tanrıların hafızasını silmeyi unuttuğu bir kadındı. O en ölü canlıydı
ölümünün peşinden koşan ve kendini kandırmış ve artık yeteri kadar yaşlanmış
bir kadındı. Ölmeliydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder