15 Aralık 2013 Pazar

VİNCENT’İ BEKLERKEN



                Geçen gün uzun zaman sonra kahvaltı yapmak istedim. Saat ikindi vakti gibiydi bilemiyorum belki sabahın yedisidir. Güneş gitmişti, yerine bıraktığı gri bulutlar ve soğuk hava tüm şehrin üzerine çöken demir yoğunluğunda bir çığlıktı. Sokakların boş olduğunu bildiren sessizlik, kargaların  çığlıklarıyla kıvranıyordu. Ölümün habercileri gibi şehrin üzerinde guruplar halinde dolanıp kulaklarımızı kanatan acı çığlıklar atıyorlardı. Kahvaltımı yaptım. Biraz peynir, biraz incir reçeli iki dilim ekmek ile. Daha önce ne zaman kahvaltı yaptığımı hatırlamıyorum. Pikaba bir koydum ve biraz daha uyumak için yatağa girdim.
                Uyanmama sebep olan kapının zilini dindirmek için yataktan kalkıp kapıya doğru ilerledim. Kimse yoktu, koridor boştu. Pencerelerim kapalıydı, zaten sokağı bile görmüyordu. Benimki ise yirmi beş metrekare bir odaydı. Penceremden karşı komşumun pencerelerine baktım. Nerdeyse dört aydır buradaydım sanki dört aydır kapalı gibiydi. Onu hiç görmemiştim, belkide taşınmıştı. İlk zamanlar sesler geliyordu ama artık onlarda kesildi. Nasıl biriydi acaba? Şişman? Uzun boylu? Belkide karısını öldürten bir sapık? Sanırım her gün yeni biri olabilecek biri. Biraz çiçeğimi suladım ufak buz dolabımın üzerinde duruyor günlerdir. Ne güzel.
                Evimin her santimetre küpünden duvardaki resme baktım. Bazen bir saati buluyordu. Renkliliğin ve renksizliğin bir arada olması bulantı yaratıyordu ama yinede acılı bir çığlık gibi bu tablo. Van Gogh bu resimden bir kaç hafta sonra intihar etmişti. Haksız da sayılmazdı. Ölümü ve yaşamı bırakıp gitmişti. Daha ne yapabilirdi acaba merak ediyorum. Masumiyetin beyaz tuvalinden yaşama veda etmişti.
                Bir sigara yakıp tuvalete girdim. Aynanın önünde elimi yüzümü yıkadım. 4 aydır aynaya bakmıyordum. İlk gün aynanın her köşesine beyaz kağıtlar yapıştırdım, yanına da bir kalem koydum. Ara ara o an aklıma bir şey gelirse notlar alıyorum. Sıçarken rahatlıyor insan o yüzden rahat rahatta düşünebiliyordu sanırım. Dışarı çıktım. Kahvaltı yapmak için bir sandviç aldım. Bu günlerde hava hep kapalı saatin pek farkına varamıyorum. Kilisenin önünde ki merdivenlere oturdum. Eskimiş eşyalar gibiydi artık kiliseler kimseler ilgilenmiyordu pek. Dev kapıları ve duvarlarına o soğuk rengi bezi atmış suratına inat önünde sevişiyorlardı yeni yetmeler. Hava kararınca da alkolikler ve uyuşturucu bağımlılarının toplanma mekanıydı burası. Şehrin göbeğindeydi, inciliyordu gece yarıları çan sesleriyle. Artık düşünceler büyümüş maddeler küçülmüştü buda kaçınılmazdı. Şimdi sadece bir kelimeden ibaretti kiliseler.
                Kalkıp soğuk havada terleyene kadar koştum. Yüksekte tüm şehri korumuş eski bir kale vardır. Onun üstüne çıktım eski bir şövalye gibi. Citadelle burası. Tüm şehir kiremit rengi. Uzanıp bir sigara yaktım. Tüm insanları böyle uzaktan, onların ölüm ve yaşam arasındaki koşuşturmalarını izlemeyi seviyordum. Soğuk gri hava ve kiremit rengi şehir.
                Eve döndüğümde yorgun hissettim kendimi. Terlemiş vücudum yapış yapıştı. Soyunup çıplak bir şekilde yatağa girdim. Sanırım bir iki saat gözlerimi kapatıp sıcak renklerin olduğu bir rüyaya dalmıştım. Ama soğuk su gibi kendini hissettiren kapının zilinden irkip hemen uyandım. Kapıyı açtım, gelen yoktu. Hüzünle kapattım kapattım kapıyı tekrar. Gözüm tekrar duvardaki resme takıldı. Sanki hiç görmediğim bir sıcaklığı görmüş gibiydim. Yalnızlık ve hüznün sevince dönüşebileceği inancı gibi. Bir var olup bir yok olmaktansa savaşa bilmek insanla. Sonu ölüme varana kadar. Mesele ölüm olunca da hep bir şeyler yarım kalıyor. ’’Bitirdim ve gidiyorum’’ demek ne arzulanır bir söz olurdu intihar esnasında.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder