Her zamankinden farksız bir pazar günüydü. Tıraş oldum, duş aldım ve üzerinde kar kristalleri olan bordo gömleğimi de giydikten sonra dışarıya çıktım. Şehir hafta içine göre daha kalabalıktı. Place de Revolution’a varıp bir kafeye oturdum. Bir kahve söyledim, kahvem geldi ve günün ilk sigarasını yaktım. Hiç bir şey yapmıyordum insanları izlemekten başka. Avrupa’nın en güzel yanı bu diye düşündüm ve soluk şehri renklendiren insanları seyrettim. Sonra sevgilim geldi yanağıma bir öpücük kondurup oturdu. O da bir kahve söyledikten sonra, o da bir sigara yaktı. Bu şehirden bıkmışlığını insanlara bakışından hissedebiliyordum. Son beş yıldır bu şehirdeydi. Ben ise şehrin tadını çıkarmanın tadını yaşıyordum hâlâ. İlk senem dolmamıştı bile.
O
baktıkça tiksiniyor, tiksindikçe daha çok terk etmek istiyordu bu şehri. Ne
deniz vardı, ne güneş. Solmuş bir kaç yüzyıllık evlerde doğmuş büyümüş ölmüş
insanları düşünüyor. Ve ölülerin ruhlarının anılarını gördükçe üzülmesine
dayanamıyordu. Onların bu üzüntüsünü nasıl hissedebiliyordu anlayamıyordum.
Artık şehre küsmüş gibiydi. Kış baharı karşılamaya başladığı günlerde de bu
şehri terk edeceğinden emindim. Annesi ve babası evde çıkan bir yanğın sonucu
ölmüşlerdi, aylardan aralıktı. O yüzden kışı kış vakti terk edemiyordu. Noel, yılbaşı
hiç bir şey umurunda değildi. Beni bile görmezden geliyordu kimi zaman. Ben ise
aramızda ki psikolojik dengeyi korumaya çalışıyordum çünkü hâlâ o somurtkan
mutsuz tavırlarına rağmen aşığım ona. O ne romantik sohbetler kurmaktan
hoşlanır, ne aşkımız üzerine konuşmayı kabul eder. ‘’Gerçek olanı bildikten
sonra abartmaya ne gerek var.’’ Der hep. Onunla iken kendimi daha olgun ve
güçlü hissediyordum. Nereye giderse ben orada onu bekliyor olacaktım.
Tanrım
bu şehir gerçekten güzel bir şehir. Büyük bir şehir olmasa da yeteri kadar
canlı. Üstelik somurtan bir sevgilinin sivri zekasıyla oldukça eğlenceli. Keşke
daha fazla kalmak istese.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder